7 Mart 2021 Pazar

 

KÜÇÜK TANRILAR YARATMAK

     Sevgili dostlar bilginin bittiği yerde inanç başlar. İnanç, bilginin olmadığı ya da yeterli olabileceğinin kabul edilemediği noktada oluşur. Oluştuğu andan itibaren, güvenilir bilgi ile kesin olarak aksi ortaya konmadıkça varlığını sürdürür. Varlığını sürdürürken de her zaman inanç duyulan şeyin varlığının devamını meşrulaştıracak koşulsuz bir kabullenme yaratır. Bu koşulsuz kabul öylesine güçlüdür ki, insan bu kabulle varlığını inancına bağlar. Oysa bir sisteme, bir kişiye, bir değere olan güven, koşullu bir kabullenmedir. Söz konusu koşullarda bir değişiklik oluştuğunda güven yerini güvensizliğe bırakır. Bu noktadan itibaren ya güven duyulan şeyde bir değişiklik beklentisi oluşur, ya da yerine başka bir şey konulur. Günlük hayatımızda bilgi edinme konusundaki tembellik ya da sorgulama konusundaki isteksizlik, bizi insanlara, sistemlere varsayımlara, değer yargılarına karşı güçlü bir inanç duymaya iter. Bu inanç ise çoğunlukla dışarıdan bakıldığında anlamsız bir biçimde tanrı-kul ilişkisine benzer bir ilişki biçimi yaratır. Bu yazıda inanç ile oluşmuş "parasitik symbiosis" ilişki biçiminin toplumsal yapıdaki durumu ve bunun devlet yönetimi ile olan etkileşimi üzerine düşünsel bir pencere açılmaya çalışılacaktır.

         İktidar, yönetme gücünü tanımlayan bir kavramdır. İktidarın bu gücünün meşruiyetini sağlayan olgu ise otoritedir. Bu anlamda otoriteyi yönetme gücüne duyulan inanç/kabul olarak tanımlayabiliriz. Elbette yönetme gücüne duyulan inancın yarattığı meşruiyet ile kabulün yarattığı meşruiyet farklıdır. Kabul koşullara bağlı olarak var olurken, inanç koşullardan bağımsız olarak varlığını sürdürür. Her iki durumda oluşan meşruiyetin tanımlanması, her zaman kolay olmayabilir. Bir kamu yöneticisinin otoritesi kabule dayanan bir meşruiyet oluşturur. Mevcut hukuk düzeni ve adalet gibi kavramlar yönetici tarafından ihlal edilirse, meşruiyet sorgulanır ve otoriteye olan kabul ortadan kalkabilir. Sonuçta yöneticinin yerine bir başka yönetici geçer ve yönetme gücünü (yani iktidarı) kullanır. Din gibi bir inanç sistemi söz konusu olduğunda, bu sistemin hayatımızı düzenleme gücüne duyulan inanç, sisteme koşulsuz bir meşruiyet sağlar. Bu durumda tanrının iktidarı sorgulanamaz ve otoritesi mutlaktır. Ancak her zaman yönetimin otoritesine karşı inanç ya da koşullu kabulü tanımlamak kolay olmayabilir. Çeşitli nedenlerle yöneticinin otoritesine karşı kabulü aşan bir inanç oluşabilir. İşte bu durumda, fiziki varlığı olan, otoritesi mutlak tanrılar oluşmaya başlayabilir. Bu tanrılar kimi zaman sevdiğiniz insan, kimi zaman bir arkadaş grubunun lideri, kimi zaman bir sivil toplum örgütü yöneticisi, kimi zaman bir yürüyüş grubunun rehberi, kimi zaman da devleti yöneten bir kişi olabilir. Ortak özellik, kişinin otoritesine olan, kabulü aşan güçlü inançtır. Bu inancın temelinde yatan ise, insanlığın tarihsel gelişiminin günümüzde ulaştığı aşama olan bilgi toplumunu ve onun gereklerini anlayamamış, özümseyememiş olmaktır. Eğer yöneten tarafından yönetilenlerin bu inancı kabul edilirse, ortaya "parasitik symbiosis" bir ilişki biçimi çıkar. Çoğunlukla yönetilenler tarafından farkında olunmayan bu ilişkide yönetilenler, varlıklarının devamının yönetenin iktidarına bağlı olduğu yönünde güçlü bir inanç sahibidirler. Bu inancı sorgulamaya kalkanlara karşı ise, çoğunlukla saldırgan ve bilgi toplumu ile bağdaşmayan bir tutum oluşur. Korkulan, genellikle inancın yıkılması durumunda ortaya çıkacak belirsizliktir ve bu belirsizliğin en büyük nedeni bilgi eksikliğidir.

         İnsanlığın tarihsel gelişiminde önemli bir aşama olan yerleşik hayata geçilmesinden sonra günümüze kadar olan süreç, üç önemli başlık altında incelenmektedir. Bunlar tarım toplumu, sanayi toplumu ve günümüzde süregeldiği varsayılan bilgi toplumudur. Bilgi toplumunda bilginin üretim ve aktarım hızı artmıştır. Bu durum, yönetim alanında inanca dayalı meşruiyetin alanını daraltmaktadır. Ancak Weber'in otorite sınıflandırmasında belirttiği üzere, nasıl ki geleneksel, karizmatik ve yasal/ussal otorite tarihsel bir evrime işaret etmiyor ve her dönemde bir arada bulunabiliyorsa, inanca dayalı meşruiyet ile koşullu kabule dayalı meşruiyet de bir arada bulunabilmektedir. Burada bir konu önemlidir. İnsanların bilgiye erişimi ne kadar kolaylaşsa da bunun iradi bir eylem olduğu gerçeği ortada dururken, insanların genellikle bilgisizliğin rahatını (!), bilmenin sorumluluğuna tercih ettiği de inanca dayanan meşruiyetin dayanaklarından biri olarak kabul edilebilir.

         Günümüzde siyasal iktidar, devlet adını verdiğimiz siyasal örgütlenmeyi belirli koşullarda, belirli bir süre yönetme gücünü elinde bulunduran yapıyı ifade eder. Siyasal iktidarlar, devleti yönetirken kendilerini iktidara getiren ideolojik      düşüncenin sorunlara getirdiği çözüm yolu olarak kamu politikalarının oluşturulması ve uygulanması süreçlerini yönetirler. Ancak iktidarların bu politikaları tek başına oluşturduğunu söylemek çok dar bir bakış açısı olacaktır. Toplumsal yapının karmaşıklığı dikkate alındığında bu süreçlere etki eden birçok olgu ve olaydan söz etmek mümkündür. Örgütlü sivil toplum bu sürecin en önemli aktörlerinden biridir. Üniversiteler, meslek örgütleri gibi birçok diğer aktörleri de sayabiliriz. Ancak ne var ki, bazen siyasal iktidarlar, işletilmesi gereken süreci yok sayıp, kısa sürede kafalarının ardındaki ideolojik arka planı yansıtan bir düzenlemeyi gündeme getirip, tartışılmasına fırsat bile vermeden yasalaştırabilir. Bu durum normal koşullarda bir meşruiyet sorunu yaratır. Ama eğer meşruiyet koşullu kabul ile inancın arasındaki çizginin silikleştiği gri alandan doğuyorsa, toplumun oldukça büyük bir kesiminin memnuniyetsizliğine rağmen siyasal iktidarın iradesi egemen olur. Burada artık yasaların "önemi" yoktur. Çünkü iktidar meşruiyetini inanç üzerinden temellendirmeye başlamıştır. Bunun yanında meşruiyeti sorgulayanlara karşı siyasal örgütlenmenin bütün gücü ve yapısı hem zorlayıcı hem de ikna edici bir unsur olarak ortaya konmaya çalışılır. İktidar bir taraftan da kendi meşruiyetinin temeli olarak gördüğü inancı güçlendirici tedbirler almayı ihmal etmez. Bu durum kamu politikalarına da yansır. Bilgi değersizleşir, tartışma zemini bilim dışı bir alana kayar ve buradan sonra kimin doğru söylediği anlamını yitirir.   

         Buraya kadar olan bölümde iktidar gücünün yapısını ve meşruiyetini nereden aldığını anlatmaya çalıştım. Siyasal bir örgüt olan devlet karşısında sivil toplumun çıkarlarının korunması ancak örgütlü bir sivil toplum yapısı ile mümkündür. Sivil toplum örgütleri kamu politikası süreçlerinin doğru ve toplum yararına işletildiği durumlarda farklı açılardan yaklaşarak kamu politikasının kamu yararı gözetilerek oluşturulmasına destek ve yardımcı olurlar. Burada sivil toplum örgütlerinin yönetimi de mikro düzeyde yukarıda anlatmaya çalıştığım iktidar ve meşruiyet kavramlarından bağışık ele alınamaz. Çünkü yönetim felsefesi açısından bu mümkün değildir. Ancak sivil toplum örgütleri üzerine bir başka yazıda daha ayrıntılı durmak üzere, konuyu burada sınırlandırıyorum.

         Bundan beş bin yıl önce, Sümer efsanelerinde evreni yaratan tanrılar "An" ve "Enlil" olarak adlandırılır. Bir gün çok çalışan genç tanrılar Enlil'e isyan noktasına gelir. Çözüm ağır işleri yapacak insanoğlunun yaratılmasıdır. Şimdi bu mitolojik hikayeyi biraz tersten okuyalım. Her zaman ağır işleri yapacak birilerine ihtiyaç vardır. Mesele bu çalışanların hangi tanrıyı yarattığındadır. Son söz olarak hayatın başkalarının egolarını beslemek için heba edilemeyecek kadar değerli olduğunu belirtmek isterim. Düşünmeye sevk edebildiğim her insan, benim mutluluğumun sebebidir...  

         Sevgilerimle...

 

Dr. Özkan LEBLEBİCİ

Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi

ozkanleblebici@gmail.com