27 Mayıs 2019 Pazartesi

Egemenlik, Temsil ve İstanbul Seçimleri


Sevgili dostlar, bu hafta Türkiye’de “Süper Lig” bitti ama tartışmalar bitti mi? Küme düşenler ve üst sıralar açısından bitmedi. Herkes kendi açısından bazı maçlarda haklarının yendiğini ve bunun sonuca etki ettiğini düşündü. Ancak hiçbir takımın “itiraz ediyorum, benim oynadığım maçlarda şu hatalar olmuştu” deme hakkı yok. Çünkü her maçla ilgili itiraz, maçın sonuç düdüğü ile bir üst aşamaya taşınır ve eğer kural hatası yoksa sonuç tescil edilir. Kural hatası nedir? Hakemin uluslararası futbol kurallarını belirleyen talimatlarda yazılı kuralın aksine karar vermiş olmasıdır. Burada karar bir kural hatası olarak değerlendirilir ve maçın tekrarına hükmedilir. Buna kim karar verir? Elbette bu alanda ihtisas sahibi olan Türkiye Futbol Federasyonudur. İyi ama buraya niye geldik? 31 Mart 2019 yerel seçimlerinde İstanbul Belediye Başkanlığı seçiminin iptali ile arada bir benzerlik olduğunu vurgulamak istiyorum. Bunun için konuyu biraz farklı ele almaya çalışacağım.
            Demokrasilerin genel gerekliliklerinin neler olduğunu ileride yazacağım yazılara bırakıp, “halk egemenliği” üzerinde durmak istiyorum. Demokrasi temelde halkın kendini yönetmesidir. Ancak bu gelişen toplumsal yapı içerisinde direkt olarak mümkün olmadığından, halkın egemenliğini temsil etmek üzere, halkın seçtiği temsilcilere ihtiyaç duyulmuştur. Tarihsel süreçte temsili demokrasinin de içinde bir takım sorunlar kendini göstermiştir. Bir defa verilen oyun yasalarla belirlenen sürelerde bir kısım yöneticiye yönetme hakkı vermesi, yöneticilerin bir defa gücü ele geçirdiğinde kuralları esnetmeye çalışması ile tartışılır hale gelmiştir. Ancak bu yanlış uygulamalara karşı çıkma mekanizmaları, uzun yıllar içerisinde, demokrasinin gelişimi ile birlikte gelişmiştir. Bu uygulamaları güvence altına alan temel anlayış ise; kuvvetler ayrılığıdır; yani yasama, yürütme ve yargının üç ayrı erk olarak birbirlerini denetleyen ama diğerinin sahasına müdahale edemeyen yapıda çalışmasıdır. Eğer erklerden biri diğerinden daha güçlü hale gelir ve diğer erklerin beklenen işlevlerini yapmasını engellerse sistem işlemez ve sorunlar ortaya çıkar. Halk, kendisinde olan egemenliği belirli koşullarda, anayasal temelde kullanılmak üzere yöneticilere bırakırken, yine kendi egemenliğini temsil eden kurumlara bu egemenliğin kullanılma biçimini kontrol görevi vermiştir. Yasama, yürütme ve yargı erkinin temel görevi halk egemenliğini temsil etmektir. Halk kavramının burada “Millet” kavramıyla eşanlamlı kullanıldığını da ifade etmeliyim.
            İstanbul Belediye Başkanlığı seçiminin iptali sonrasında Yüksek Seçim Kurulu (YSK) yoğun eleştirilere uğramıştır. Bu eleştirilerin temeli, yürürlükteki mevcut yasalara aykırı karar verildiği iddiasıdır. Konunun teknik detayları kamuoyunda çok tartışıldığından burada yeniden tartışmaya gerek bulunmamaktadır. Gerçekten de YSK’nın halkın egemenliğini temsil yetkisini yanlı ve yanış kullandığı yönündeki kanaatler güçlüdür. Anayasanın 79’ncu maddesi, kurulun net olarak yedi asıl ve dört yedek üyeden teşkilini emretmektedir. Bu durumda kurulun 11 üye ile aldığı karar, hukuk mantığı açısından yok hükmündedir. Yedek üyelerin karara katılamayacağının yazmadığını iddia etmek, hukuk açısından üzüntü verici bir yorumdan öteye gitmeyecektir. Bu yorumun üzerine diğer tartışmalara girmeye gerek görmüyorum. Ancak şunu net olarak belirtmek gerekir ki; Anayasanın 6’ncı maddesinde belirtilen esaslar çerçevesinde millet egemenliğinin teminatı olan Anayasayı ihlal edenler hakkında kamuoyunun daha fazla bilgi sahibi olmaya ihtiyacı bulunmaktadır. Altıncı madde şöyle der; “Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır. Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.”
            Eğer millet egemenliğine dayalı bir cumhuriyet kurulmuşsa, bunun en büyük güvencesi Anayasadır. Anayasaya bağlılık, milli egemenliğe bağlılıktır. “Milli irade” ifadesi, siyaset bilimi açısından karşılığı olmayan ve “millet egemenliği” kavramını maskeleme amacı taşıyan bir paravandan öte anlam ifade etmemektedir. Her ne kadar iktidar ve muhalefet açısından geçerli bir kavram olarak halka retorik biçiminde sunulsa da, asıl olan “MİLLET EGEMENLİĞİ”dir. Bu açıdan bakıldığında, halkın karar organlarına etkisini kısıtlayan her eylem, her söylem, halk egemenliğini temsil yetkisini elinde bulunduranların Anayasal olarak suç işlediğinin delilidir.
            Sevgili dostlar, kurtuluş savaşının verildiği koşulları bilmeyen insanların Yüce Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk tarafından dile getirilen “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” sözünü anlamaları beklentisi içerisinde değilim. Ancak bu sözün gereği, bizlerin bir arada huzur içinde yaşamamızın garantisi olan Anayasamızın, bu ülkeye vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes tarafından anlaşılması, uygulanması ve takip edilmesidir. Amerika’da yüksek mahkemenin duvarında yazan bir yazı her şeyi özetlemektedir; “Hukukun bittiği yerde tiranlık başlar”.
Sevgilerimle…
Dr.Özkan LEBLEBİCİ

19 Mayıs 2019 Pazar

Adalet ve Taraftarlık


Sevgili dostlar, bundan sonra her hafta pazartesi günü, bir önceki haftaya ilişkin politik sorunlarla ilgili değerlendirmelerimi bu sayfada sizlerle paylaşmaya çalışacağım. Bir ülkede gelişmenin önündeki en büyük engelin ifade özgürlüğü üzerindeki kısıtlamalar olduğunu düşünüyorum. Bu sorunu, kötülüklerin içerisinde ilk günah gibi düşünebiliriz. İfade özgürlüğü önündeki engellerle mücadele etmenin ilk adımı, açık olan iletişim kanallarından kendini ifade etmeye çalışmaktır. Benim buradaki çabalarımın da böyle algılanması en büyük dileğimdir.
            Ülkemizde gündem o kadar hızlı değişiyor ki; bazen birkaç saatlik zaman dilimi bile birçok farklı politik gelişmeyi içine alabiliyor. Benim amacım daha çok bir haftalık süreçte en çok tartışılan konularda kendi politik değerlendirmelerimi sizlere aktarmak ve değerli yorumlarınızı almak. Aslında ilk gün için yazmayı düşündüğüm konular çok farklıydı ama bir konudaki rahatsızlığım, bugün yazacağım yazıda ele alacağım konuyu diğerlerinin önüne geçirdi. Bu konu, futbol takımları arasında yapılan bir karşılaşma sonrası bir takımın şampiyon olması ve ardından sosyal medyada yaşanan sevinç gösterilerinin bende yarattığı rahatsızlıktı. Rahatsızlığım kimin şampiyon olduğu ile ilgili değil, şampiyonluğun toplumda nasıl algılandığından kaynaklanıyordu.  
            Felsefesi olmayan her şey beni korkutur. Felsefeyi her şeyin “1” çarpanı olarak görürüm. Eğer felsefe yoksa çarpan “0”dır. Yani felsefe olmadan inancınız da, ideolojiniz de, yaşantınız da çarpma işlemindeki yutan elemanın gazabına uğramaya mahkûmdur. Felsefeden yoksunsanız, bilim sizin için taraftarlığını yaptığınız dogmalardan ibarettir. Eğer siz taraftar olursanız, artık düşünme kanallarınız, sizin için bunları belirleyenlerin çizdiği sınırlardan öteye geçemez. Bu karanlık kanalların içerisinde kavramlar defalarca yeniden tanımlanır. Size sadece yeni yapılan tanımı kabul etmek düşer. Bu aynı zamanda bilincin yitimidir. Aidiyet kavramı buradaki taraftar tanımlamamın içeriğinden farklıdır. Kendinizi bir dine ait kabul edersiniz ama eğer bilincinizi yitirmediyseniz, o din adına yapılan kötülükleri asla benimsemezsiniz. Bir futbol takımını tutarsınız ama sizin takımınız lehine yapılan bir adaletsizliği asla içinize sindiremezsiniz.
            Toplumda farklı konularda görüş ayrılıkları olması normaldir ama bu görüş ayrılıklarının taraftarlığa dönüşmesi iki açıdan çok tehlikelidir. Birincisi, adalet duygusunun yitimidir ki, bu size açılan kanalda o kavramın yeniden tanımlanmasından ibarettir. İkincisi, zaman içerisinde bütün değerler için, bu söz konusu karşıtlığın önemli bir referans oluşturmasıdır. İşte beni rahatsız eden gelişme tam da ikinci tehlike alanıyla ilgiliydi. Bir futbol takımı vardı ve iktidarla özdeşleştirilmişti. İktidar karşıtları o takıma karşı olan bilinçten yoksun karşıtlıklarını, onun karşısındaki takımı destekleyerek taraftarlıklarını yaptıkları bir kutsama ayinine dönüştürmüşlerdi. Oysa geride 16 takım daha vardı ve ortalıkta şampiyon olan takımın maçlarıyla ilgili birçok tartışma yaşanmıştı. Diğer bir ifadeyle, adalet kavramını kendi karşıtlıklarını referans alarak yeniden tanımlayıp içselleştiren geniş bir toplum kesimi söz konusuydu. Mantığına güvenilen bilim insanlarından gazetecilere, iş adamlarından medya kuruluşlarına bütün toplum tam bir zafer sarhoşluğu içerisinde bu şampiyonluğa seviniyordu. Başka hakların yenmiş olabileceği ihtimali kimseyi ilgilendirmiyordu.
            Sevgili dostlar, burada takım isimleri üzerinden beni eleştirebilirsiniz. Ancak kastım kimin şampiyon olup olmadığı değildir. Görünen manzara çok daha ciddi sorunlarımız olduğunu düşünmeme sebep olmuştur. Felsefenin aşama aşama eğitim sisteminden uzaklaştırılması, daha süreç tamamlanmadan ilk meyvelerini vermiş görünüyor. Ben artık sürünün peşine takılıp karşıtlık üzerinden benim düşüncelerimi esir almaya çalışan hiç kimseye pirim vermeyeceğim. Milli mücadelemizin başlangıcı olarak kabul edilen 19 Mayıs 1919 tarihinin yüzüncü yılında, özlemle ve hasretle andığım Mustafa Kemal Atatürk’ün bir sözü bana yeter; “Hayatta en gerçek yol gösterici ilimdir”. Sağlıcakla kalın…
Dr.Özkan LEBLEBİCİ

18 Mayıs 2019 Cumartesi

Oltadaki Balık 2


Teknoloji geliştikçe hayatımızı kolaylaştıran birçok ürün de piyasaya sürülmektedir. Bu ürünlerin tanıtımı (reklamı) yapılırken, bizim o ürünü aldığımızda hayatımızın ne kadar ve ne şekilde kolaylaşacağını bilmemiz değil hayal etmemiz istenmektedir. Çünkü hayaller her zaman gerçekten daha kusursuzdur ve reklamlar insanda bu hayale ulaşma isteği yaratır. Bu nedenle birçoğumuzun evleri, kullandığımızda hayatımızın ne kadar kolay olacağını hayal ederek aldığımız ve nadiren kullandığımız ürünlerle doludur. Kapitalist sistem, hayalleri bir şekilde kurgulanan ve bu hayalleri gerçekleştirmek için borçlanmayı göze alan insanların bu zayıf yanı üzerinde yükselmektedir. Bunu yaparken kullandığı en ölümcül silahı ise reklamlardır.
               Reklamı insanların hayal dünyasını kurgulamak üzerine yapılan bir faaliyet olarak görmek mümkündür. İnsanların hayal dünyalarına (bilinçaltlarına) ulaşabilmek için görsel ve işitsel öğelerden faydalanılmaktadır. Ancak teknolojinin sağladığı yeni imkânlar da reklam için etkili birer araca dönüşebilmektedir. Evinizde sakin bir akşamüstü oturup kahvenizi yudumlarken bir anda telefonunuz çalar. Bu beklenmedik telefonu açtığınızda karşınızdaki kişi, sizi önce firmasının kurumsal kimliğinin ne kadar güçlü olduğuna inandırmak için görüşmenizin kayıt altına alındığını söyler. Sonra evinizde kullandığınız internet veya televizyon hizmetinin aylık ödemelerinde kısmi bir indirim karşılığında sizden 12-24 aylık abonelik taahhüdü almaya çalışır. Siz bütün olan biteni yorumlamak için düşünme zamanı bulamadan taahhüt altına giriverirsiniz. Balık oltadadır, sıra her ay sabit bir ücreti o balığın ağzından almaya gelmiştir.
            Bir başka telefon görüşmesinde sizi ücretsiz tatil hediyesiyle birlikte devre-mülk tanıtım görüşmesine çağırabilirler. Ya da size bir ürünün tanıtımını yapıp, onu almanız için sizi ikna edebilirler. Yöntemler farklı olsa da kullanılan araçlar birbirine benzemektedir. Bilgisayarınızın başına oturduğunuzda e-postalarınızı açınca birçok ticari postanın gelmiş olduğunu görürsünüz. Sürekli olarak etrafımızdaki teknolojik oltaların arasında onlara takılmamaya çalışmak için azami bir çaba sarf etmeniz gerekmektedir. Uluslararası ve ulusal tüketici örgütleri de bu konuda tüketicileri sürekli uyarmaktadır. Ama burada önemli bir sorun vardır. Çoğu zaman telefon ve e-postalarımız bizim isteğimiz dışında ticari kullanıcıların ellerine geçmektedir.
            İçinde temel ahlaki duyguları bile bulunmayan insanlar, e-posta ve telefon numarası ticareti yaparken, asıl sorun bu ticareti yapanların her zaman alıcı bulabilmeleridir. Bu ticaretin alıcı tarafında olanların ahlaki değerleri de elbette değerlendirilmesi gereken bir başka konudur. Ancak tüketiciler şunu unutmamalıdır; kapitalist sitemde kâr güdüsü, her türlü ahlaki değerin önünde gelir. Bu nedenle bu tür oltaları birbirine bağlayıp, asla bu usulle pazarlanan bir mal ya da hizmete ilgi göstermemek, bu oltayı atanları evlerine boş göndermek için atılacak ilk adım olabilir. Daha da önemlisi, hayallerinizin hiçbir zaman gerçeklerle karşılanamayacağını bilmenizdir. Saygılarımla...

Oltadaki Balık

Teknoloji geliştikçe hayatımızı kolaylaştıran birçok ürün de piyasaya sürülmektedir. Ancak bu ürünler ihtiyaçtan doğmaktan ziyade ihtiyacı yaratarak pazar payı oluşturmaktadır. Yeni bir ürüne olan ihtiyacı ortaya çıkarmak ve bunu hissettirmek ise pazarlama faaliyetinin başarısına bağlıdır. Bu nedenle firmalar, reklam harcamaları için büyük bütçeler ayırırlar. Oysa reklam harcamalarının bu kadar büyük boyutta olmasının sebebini anlamak, hedef kitle olarak belirlenen insanlar açısından çok kolay olmamaktadır. Çünkü reklamların verilişinde asıl amaç, açıktan verilen mesajların ardına gizlenmiş durumdadır. Bu amaç ne olabilir ve reklamları firmalar açısından bu kadar vazgeçilmez kılmasının nedeni nedir? Bu sorulara yanıt aramaya çalışalım.
            Bizleri bir şey almaya iten temel neden, aldığımız şeye ihtiyaç hissetmemizdir. İhtiyaç hissi, kendimizi bir mal ya da hizmeti tüketirken hayal etmemizle birlikte doruğa ulaşır. Ama bu ihtiyacın gerçekten var olup olmadığını sorgulamayı başarabilen bilinçli tüketici sayısı çok azdır. Bu nedenle de çoğumuz aslında reklamlara karşı son derece savunmasız durumdayızdır. Reklamın bize bir ürün hakkında bilgi verdiğini sanırız. Oysa yeni ürünlerin reklamı yapılırken istenen, bizim o ürünü aldığımızda hayatımızın ne kadar ve ne şekilde kolaylaşacağını bilmemiz değildir. Sadece kendimizi o ürünü kullanırken hayal etmemiz istenmektedir. Hayaller her zaman gerçekten daha kusursuzdur. Hayal ettiğimizde yalıtılmış bir haz duygusuyla hayalimizi bütünleştiririz. Bu da bizi hayalini kurduğumuz her şeyin gerçekleşmesi durumunda aynı derecede mutlu edeceği fikrine götürür. Ancak gerçekleri yaşarken birçok farklı etken, hayal kurduğumuzda aldığımız tatmin duygusunun aynı düzeyde olmasını engeller.
            Bir ürünü aldığımız andan itibaren kurduğumuz hayallerle gerçekler arasındaki kaçınılmaz farklılaşma başlar. Biz bütün hayatımızı o kurduğumuz yalıtılmış hayal üzerinden anlamlandırırken, bir anda o hayalini kurduğumuz şeyin aslında hayatımızın ne kadar küçük bir bölümünü ilgilendirdiğini fark ederiz. Ama artık ürün alınmıştır ve sıra yeni hayallere gelmiştir. Bu döngü tekrar ettikçe insanlar sahip oldukları üzerine inşa edilmiş bir hayatı, adeta bir bağımlılık ilişkisi biçiminde yaşamaya başlarlar. Bu bağımlılık (dolaylı olarak da reklamlar), çoğu zaman özgürlüğümüzü kısıtlamakta, kararlarımızı etkilemekte ve bütün yaşamımızı biçimlendirmektedir.
            Reklamı insanların hayal dünyasını kurgulamak üzerine yapılan bir faaliyet olarak görmek mümkündür. İnsanların hayal dünyalarına/bilinçaltlarına ulaşabilmek için izlenen yolların ahlaki değerler açısından bir karşılığı olmasını beklemek gerçekçi değildir. Reklamlar insanları hayal kurmaya iter ve bu hayallerini gerçekleştirmeleri için kışkırtır. Bu nedenle birçoğumuzun evleri, kullandığımızda hayatımızın ne kadar kolay olacağını hayal ederek aldığımız ve nadiren kullandığımız ürünlerle doludur. Kapitalist sistem, hayalleri bir şekilde kurgulanan ve bu hayalleri gerçekleştirmek için borçlanmayı göze alan insanların bu zayıf yanı üzerinde yükselmektedir. Borç ilişkisiyle birlikte balık oltaya takılmış demektir. Yeni hayaller için oltanın ipi biraz gevşetilir ve balığın kendini özgür hissetmesi sağlanır. Ama balık yavaş yavaş yaşadığı ortamdan çekilmekte olduğunu fark ettiğinde artık geri dönüş yoktur.

Küresel Ticaret ve AVM

Dünyamızın “global köy” olarak tanımlandığı küreselleşme sürecinin en önemli etkisi, şüphesiz, üretim ilişkilerinde yarattığı büyük dönüşümde olmuştur. Çok uluslu şirketler (ÇUŞ) üretim maliyetlerini düşürmek adına, üretim girdilerinin görece düşük olduğu ülkeleri üretim üssü olarak kullanırken, katma değeri yüksek olan tasarım ve pazarlama gibi alanları kendi kontrollerinde tutmaya dikkat etmektedirler. Diğer taraftan doğrudan yabancı yatırımı ülkesine çekmenin mutluluğunu yaşayan ülkeler, yüksek bedelli istihdam yaratmanın kolaycılığıyla hallerinden çok memnundurlar. Böylesine karmaşık ilişkiler ağı üzerine kurulmuş bir ticaret sistemi kendisini en çok AVM (Alış Veriş Merkezi) adı verilen pazarlarda gösterir. Birçok ÇUŞ’un marka olarak bir arada bulunabildiği bu pazarlar, algı yönetiminin adeta sanata dönüştüğü mekânlardır.
            Bir Cumartesi (Pazar da olabilir) kalkıp kahvaltınızı yaparsınız. Bir haftanın yorgunluğunu atmak için planlamaya kalktığınız andan itibaren başlarsınız. Kafanızda çok çeşitli faaliyetler vardır. Ancak yapmayı planladığınız öyle bir faaliyet olmalıdır ki; ailenin bütün bireylerinin mutlu olabileceği ve çeşitli ihtiyaçların aynı mekanda karşılanabileceği bir ortam olmalıdır. Okumak ya da doğada yürüyüş yapmak gibi zararlı (!) faaliyetlerden uzak durarak, ailece bir arabaya doluşup bir AVM’nin yolunu tutarsınız. AVM’ye girdiğiniz andan itibaren planladığınız faaliyetlerin dışındaki ihtiyaçlarınız, yabani ot gibi bitmeye başlar. Her gördüğünüz mağaza, her gördüğünüz vitrin, sinemalar, hazır gıdalar, yemek salonları sizde sanki tam da o ürünlere ihtiyacınız varmış hissini uyandırır. Hele bir de mağazadan içeri girip, kendinize uygun bir şeyler bakmaya başladıysanız  artık kapandasınız demektir. Son derece kibar ve temsil kabiliyeti yüksek satış görevlileri size hem ürünü tanıtıp hem de bu ürüne ne kadar ihtiyacınız olduğu konusunda sizi ikna etmeye çalışırlar. Eğer ikna olduğunuzu sanıp ihtiyacınız olmayan bir ürünü aldıysanız, kapan kapanmıştır. Ürün 6502 Sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun kapsamında ayıplı değilse, artık kendinize aldığınız ürüne uygun bir ihtiyaç yaratmak zorundasınızdır.
            Sinemaya gidip bir film seyredersiniz. Arada marka içeceklerden içip patlamış mısır yersiniz. Dolaşmak ve film seyretmek sizi acıktırmıştır. Çıkıp bir hamburger, sandviç, ya da kafaları Türkiye’de kesilip yabancı mutfaklarda (!) pişirilmiş tavuk yersiniz. Dolaşmaya devam ettikçe yeni ihtiyaçlar aile fertlerini çağırmaya devam eder. Sonra markete girip evinizin haftalık alışverişini yapmaya başlarsınız. Hangi rafa baksanız, ihtiyaç hissedersiniz. Evinizin dolaplarında ihtiyaç hissederek alıp hiç kullanmadığınız ürünleri hatırlamanıza ise alışverişte size eşlik eden ritmik müzik engel olur. Akşam olup da eve döndüğünüzde size yaşam tarzı olarak dayatılan bir günü yaşamış olmanın yorgunluğu ve kredi kartınızla bir sonraki ay alacağınız maaşınızdan tahsil edilecek olan ücreti ödenmiş (!) ihtiyaç fazlası mamulle geleceğinizi garanti altına almış olmanın mutluluğunu hissederek yeni haftayı beklemeye başlarsınız.
            Bu döngü tekrarlandıkça, aile ile birlikte AVM’de geçirilen bir gün, eğlence ve dinlence anlayışının post-modern yorumu olarak toplumsal bellekte yer eder. Bir süre sonra bu tarzın iyi ve öncelikli bir seçenek olduğu konusunda hiç kuşkunuz kalmamaya başlar. Yalnız değilsinizdir; televizyonlarda seyrettiğiniz reklamlar, dizi filmler, yabancı filmler size herkesin bu tarzı benimsediğini haykırmaktadır. Üretmeden tüketmenin kolaycılığını çocuklarınızın geleceğine tercih etmek sizin suçunuz değildir aslında. ABD ve Avrupa'nın (adı ÇUŞ olan fakat ülkesi gayet belli olan) şirketleri sizin bu alışkanlığınızı taktirle karşılayıp sizleri övdükçe, Milli duygularınız kabarır. Televizyon dizileri arasındaki reklamlar ve o reklamların aralarındaki reklamlar, sizin bu duygularınızı canlı tutmak için en kutsal değerleri kullanmaktan çekinmezler. Bu değerleri savunmak adına insanları yaftalayıp linç edebilme hakkını kendinde görenler için de hayırlı olan budur. Çocuğunuzun okuldaki öğretmeni biber gazına maruz kaldıysa, çocuğunuza asla öğretmeni gibi karşı çıkmamasını öğütlersiniz. Sistemle barışık yaşamak mutluluk demektir çünkü. Seyrettiği reklamların ve programların hakkını veren, “muhafazakâr” neslimize selam olsun...