30 Temmuz 2021 Cuma

 

KAMU YARARI OLMAZSA

         Sevgili dostlar bugüne kadar çok çeşitli konularda yazılar yazdım. Sizlere olaylara kamu politikası, hukuk devleti ve demokrasi pencerelerinden bakabilmek için ipuçları vermeye çalıştım. Bugün bütün bu kavramların kesişim noktasında olan bir kavramı günümüzde yaşanan olaylar üzerinden ele almaya çalışacağım. Kavramımız "kamu yararı" olunca bir çok disiplinin ortak alanına girmiş oluyoruz. Kamu Yönetimi Sözlüğü (2008: 133) kamu yararını şöyle açıklıyor; "Kamu yönetiminin eylem ve işlemlerinde yöneldiği, toplumun bir kesiminin ya da tümünün yararını kollamaya dönük temel ve genel hedeftir. Kamu yönetimi, kamu yararı için vardır. Toplumsal çıkarla bireysel çıkar çatıştığında kamu yönetimi toplumsal çıkardan yanadır. Kamu yönetimi, kamu yararı için hukuk içinde hareket etmelidir". Elbette toplumun bir kesimine yönelmiş kamu yararının toplumun genel çıkarlarına aykırı olmaması esastır. Örneğin kadın ve çocuklara pozitif ayrımcılık, toplumun genel çıkarlarına zarar vermeyeceği için kamu yararına uygundur. Hukukun temeli de kamu yararıdır. Kanunların hazırlanması ve yürürlüğe girmesinde temel ilke kamu yararının korunmasıdır.

         Siyasal bir örgüt olarak devlet, kamu hizmeti üretmek için vardır. Devlet kamu hizmetini görevlileri aracılığıyla yerine getirir. Devletin başındaki Cumhurbaşkanından en alt düzeydeki kamu işçisi veya memura kadar herkes, kamu hizmeti sunmak için görevlidir. Kamu hizmetinin ise mutlaka kamu yararına dönük olması gerekmektedir. Kamu görevlisinin kamu kaynaklarını kullanarak yaptığı her faaliyette kamu yararının bulunması zorunluluktur. Bir cumhurbaşkanı da olsa, hiç kimse kamu yararını gözetmeyen bir faaliyet için kamunun mal ve parasını kullanamaz. Kamu hizmetinin hangi politikalar çerçevesinde sunulacağının belirlenmesi ise, devleti belirli bir süre yönetme görevini üstlenmiş olan hükümetin sorumluluğudur. Ancak hükümet kamu politikasını belirlerken, işin doğası gereği kamu politikası sürecinin her aşamasında kamu yararını gözetmek zorundadır. Bunlar elbette olması gerekenlerdir. Kamu görevlilerinin farklı çıkarlara yönelebilmesi gibi yolsuzluk ve usulsüzlük içeren uygulamalara dünyanın her yerinde rastlamak mümkündür. Hatta hükümetlerin bile sermayenin belirli alanlardaki çıkarlarını korumak adına kamu yararını göz ardı ederek kamu politikası üretmesi mümkün olabilmektedir. Ne yazık ki, çoğunlukla bunu denetleyecek etkili bir mekanizma olmadığından, ya da halk hükümetin faaliyetlerinden yeteri kadar bilgi sahibi olamadığından üretilen kamu politikasının eleştirisi siyaset alanı dışında herhangi bir yaptırıma imkan vermemektedir. Bu nedenle sağlıklı işleyen bir kamu politikası sürecinde, toplumun ilgili kesimlerinin, uzmanların, üniversitelerin söz sahibi olması, kamu yararının korunması adına gerekliliktir. Eğer süreç böyle işlemiyorsa, kamu politikasının kamu yararını gözetmediğini düşünmek mümkündür.  

         Toplumların yaşanan olaylar karşısında hassas olduğu dönemler vardır. Hassasiyetin en üst düzeye çıktığı dönemler kriz dönemleridir. Bir kriz neden çıkar? Süratle değişen bir duruma sistem cevap veremediği için çıkar. Bu bir afet ya da toplumsal olay olabilir. Devletin dinamik bir siyasal sistem olarak, her tür krizi öngörme, gerekli tedbirleri alma becerisinin var olduğu düşünülür. Toplumsal maliyeti öngörülemeyen krizlerin tamamen ortaya çıkmasını önlemek mümkün değilse de etkilerinin sınırlı kalmasını sağlamak adına hükümetlerin yapması gereken çok önemli faaliyetler ve görevler vardır. Öncelikle dinamik bir risk değerlendirme sistemi kurulmalıdır. Sürekli değişen risk algısı ve olası sonuçları dinamik bir şekilde değerlendirilmeli, buna göre alınması gereken tedbirler sürekli güncellenmelidir. Ancak afet yönetimi için ayrılan kamu kaynakları halkın kolaylıkla görebildiği sonuçlar üretmez. Bu nedenle de hükümetler böyle kriz durumları için kaynak ayırmak konusunda isteksizdir. Bunun yanında yaşanan olayın maliyeti beklenenden çok daha yüksek seviyelere ulaşırsa, hükümet hatalarının bedelini siyaseten ödemekle kalmaz, alması gereken konularda almadığı önlemler için yargı denetimine de uğrayabilir. Bu durum elbette hukukun etkin şekilde işlediği bir hukuk devletinde mümkün olabilir.

         Türkiye'nin bir çok noktasında kısa süre içerisinde eş zamanlı olarak başlayan orman yangını, mevcut sistemin bir anda cevap veremeyeceği büyüklükte bir afete dönüşmüştür. Oluşması yüzlerce yıl alan ormanlar, içindeki bütün yaşam formlarıyla birlikte iki gün içerisinde küle dönmüştür. Orman yangını riski taşıyan ülkelerin buna ilişkin yangın söndürme filolarının ve diğer araçlarının Türkiye'den belirgin şekilde fazla olması, onların olası riskleri daha iyi değerlendirdiğini ve buna uygun politikalar ürettiğini ortaya koymaktadır. Türkiye'de ise, kamu yararı gözetilmeden, siyasal bir intikam duygusuyla hareket edilerek Türk Hava Kurumu envanterinde bulunan araçlar işlevsiz bırakılmıştır. Kriz anında çok yüksek maliyetlerle kiralanan araçlar ise, afetin büyüklüğüne yetecek sayıda olamamıştır. Burada hem politika üretme, hem risk değerlendirme hem de kamu yararını gözetme anlamında ciddi sorunlar vardır. Bunun sonucu olarak da krizin etkilerinin azaltılabilmesi mümkün olmamıştır. Bir kriz ortamında profesyonel olarak işlemesi gereken iletişim süreci, ilgili Bakanın arada bir kameralar karşısına geçip, yeterli olmayan bilgilendirme çabası neticesinde sosyal medyada ve halk arasında bilgi kirliliğine ve tepkiler oluşmasına yol açmıştır. Oysa afet yönetimi süreci profesyonel olarak yönetilmesi gereken bir süreçtir. Kamu yararından uzaklaşan bir hükümetin himaye ettiğine inanılan ve hiç bir bilgi birikimi olmayan dini figürlerin sosyal medya üzerinden saçma sapan açıklamalar yapması, eğitimli ve üzgün halk kesiminde daha büyük tepkiler yaratmıştır. Bu tepkiler halk arasında düşünsel bölünmelere neden olarak toplumsal dayanışmayı zayıflatmaktadır. Kısaca bu yangın hükümet açısından çok başarısız bir sınav olmuştur. Yangın riskine karşı imar planlarının risk değerlendirmesine uygun olmaması, ekonomik kayıpların daha fazla olmasına neden olmuştur. Her orman yangının ardından yeniden ağaçlandırma yerine yeni rant alanları yaratılmasının da kamu yararı ile açıklanabilir bir yanı bulunmamaktadır. Kamu hizmeti sunarken kamu yararını gözetmeyen yönetici, her kim olursa olsun görevini yapmıyor ve bulunduğu makamı hak etmiyor demektir.

         Elbette olayın siyasi yönden değerlendirmesinin yapılması, ülkenin yaşamakta olduğu mülteci sorunu ile yaşanan afet arasında bağ kurulması, yangının bir terör eylemi olması olasılığı gibi her biri ayrı bir tartışma konusu olabilecek sorunları burada yaptığım analizin dışında tutuyorum. Benim burada yaptığım değerlendirmedeki temel amacım, kamu yararı gözetilmeden üretilen kamu politikasının ve buna bağlı olarak kamu kaynaklarının kullanımı yönünde yapılan tercihlerin yanlışlığının vurgulanmasıdır. Bilgi ve tecrübe gerektiren kadrolara yapılan liyakatsiz atamalar, devlete gerçek maliyetinin bir kaç katına mâlolan altyapı tesisleri, kamuya alınan ya da kiralanan gereksiz hava ve kara taşıtları, birkaç yerden maaş verilen kamu görevlileri için harcanan kamu kaynaklarının kamu yararı ile açıklanmasına imkan yoktur. Hele ki maliyeti nedeniyle yangın söndürme uçağı olmadığının açıklandığı bir tabloda, yaşananlar gerçekten can yakmaktadır. Elbette haklı olarak kaybedilen binlerce, on binlerce canın hesabının sorulmasını beklemek, temel bir vatandaşlık ve insanlık görevidir. Ama buna cevap verebilecek kimse var mı derseniz, yanan canlıların boğazımıza attığı düğüm bu soruyu yanıtsız bırakır.

          Sevgilerimle...

 

Dr. Özkan LEBLEBİCİ

Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi

27 Temmuz 2021 Salı

 HUKUK DEVLETİNE YOLCULUK-2

         Sevgili dostlar bir önceki yazımda hukuk devletini oluşturan kavramları bireysel düzeyde yaptığım değerlendirmelerle açıklamaya çalıştım. Bu yazımda ise kurumların hukuk devleti içerisindeki rolünü ve ilişkilerini ele almaya çalışacağım. Düşündünüz mü, kurumları var eden nedir? Toplumların basitten karmaşığa doğru bir evrim içerisinde olduğunu söyleyebiliriz. Toplumsal düzeyde karmaşıklaşan ilişkilerin üssel bir artış gösterdiğini de söyleyebiliriz. Bu ilişkilerin bireyin bireyle, bireyin toplumla ve bireyin devletle ilişkileri boyutunda sürekli değiştiği görülmektedir. Bu anlamda toplumsal yaşamı düzenleyen hukuk düzeni de sürekli bir değişim içerisinde olmak zorundadır. Öyle ki, özel kişilerin ticari, medeni ve mesleki konularda karşısında her zaman bir özel kişi bulması fiilen mümkün olmayabilir. Bu ilişki düzeyinin yaratabileceği sorunların çözümü için ortaya çıkan yapı tüzel kişilik kavramıdır. Diğer bir ifadeyle bir para ve/veya mal topluluğu hukuk nezdinde özel kişilerden farklı yasal bir kişilik kazanır. (Tüze, yasa demek olduğu için kavram yasal kişilik anlamına gelmektedir.) İşte bu tüzel kişilik, çeşitli amaçlarla oluşturulan kurumlardır. Özel kişilerin bir şirket kurması, ya da özel ve tüzel kişilerin bir araya gelerek sivil toplum örgütü kurması, ya da devletin bir kamu hizmetini sunmak için tüzel kişiliği olan bir kurum oluşturması toplumsal alanda ilişkilere farklı bir boyut kazandırır.

         Tüzel kişilik kanunlara uygun olarak oluşturulur. Bir şirketin nasıl tüzel kişilik kazanacağı, ya da sivil toplum örgütünün nasıl tüzel kişilik kazanacağı ilgili kanunlarda belirtilmiştir. Burada konumuz daha çok hukuk devleti olduğu için devlette tüzel kişilik nasıl oluşturulur sorusunun cevabına bakalım. Anayasanın 123'üncü maddesinde; "kamu tüzel kişiliği (yani kurum/kuruluş), kanunla ya da kanunun açıkça verdiği yetkiye dayanarak kurulur" ifadesi vardı. Bu ifade 2018 yılındaki referandumla, "kanunla ya da Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile kurulur" şeklinde değiştirildi. Bu değişiklik, tek bir kişinin iradesiyle istediği tüzel kişiliği oluşturabileceği anlamına geliyor ki, bu durum hukuk devletinin "idarenin öngörülebilirliği" ilkesinin aşındırılmasını da beraberinde getirmektedir. Diğer taraftan özel kişilerin ve özel hukuk tüzel kişilerinin bu kurum ve kuruluşlarla olan ilişkisinin düzenlenmesi de meşruiyet zemininde sorunlu hale gelme potansiyeli taşımaktadır. Bir kamu tüzel kişiliğinin oluşturulma maksadı kamu hizmetidir. Kamu hizmetinin en önemli unsuru ise kamu yararıdır. Bu açıdan bakıldığında kamu yararı niteliği bulunmayan kurum ya da kuruluşlar, uzun dönemde meşruiyet sorunu yaratabilecektir. Örneğin sadece seçim bölgesini düzenlemek için bir il/ilçe kurduğunuzda, burada oluşacak kuruluşların devlete belirli bir maliyeti vardır. Oysa kamu yöneticilerinin en önemli sorumluluğu kamu kaynaklarını harcarken hesap verebilir ve şeffaf davranmaları gerekliliğidir.

         Oluşturulan tüzel kişiliklere karşı da hukuk devleti anlayışının geçerli olması beklenir. Yani bir yerde özel kişilere karşı tanınan hak ve özgürlüklere aykırı olarak tüzel kişilikleri devletin yaptırım gücünü kullanarak baskı altında tutmak, hukuk devleti anlayışı ile bağdaşmaz. Bunu daha da somutlaştırmak gerekirse, tüzel kişilik kazanmış bir sivil toplum örgütünü sadece görüşleri ya da faaliyetleri siyasal iktidarın hoşuna gitmediği için denetim ve yaptırım kıskacına almak, hukuk devleti anlayışının siyasal iktidar tarafından içselleştirilmediğini gösterir. Aynı durum, sahibinin siyasal iktidarla aynı düşünceyi taşımadığı bir şirket tüzel kişiliğine yönelen yaptırımlarda da geçerlidir. Ayrıca ticareti bozucu bu tür uygulamalar uzun dönemde ülkede yatırım ortamını ve siyasal istikrarı da bozma potansiyeli taşır. Bunun sonucu yoksullaşma ve işsizlik olarak kendini gösterir. Oysa siyasal iktidarlar, kendi rejimlerini kurmak üzere iktidara gelmezler. Sadece kendi politikalarını uygulamak üzere gelirler. Aksi halde bu durum açıkça darbe olarak adlandırılır. Bu konudaki en büyük yanılgı, darbenin sadece silahlı güç aracılığıyla yapılacağını sanmaktır. Eğer bir ülkenin rejimi anayasanın öngördüğü kurallara ve kurumlara aykırı olarak değiştiriliyorsa, bunun adı siyaset bilimi yazınında "darbe"dir. Değişikliklerin halk oyuna sunulmuş olması bu gerçeği değiştirmez. Çünkü demokrasilerde hak ve özgürlükleri kısıtlama yönündeki düzenlemeler halk oyuna sunularak meşrulaştırılamaz.

         Tarihsel süreçte toplumlar kurumsal yapıların ve kurumsal ilişkilerin geçerli olduğu bir yapıya evrilirler. Eskiden geleneklere, inançlara ya da toplumun değer yargılarına bağlı olarak sürdürülen ilişkiler, kurumsal, denetlenebilir, öngörülebilir bir hal alır. Alman sosyolog F. Tönnies toplumların bu evriminin cemaatten cemiyete olduğunu ortaya koymuştur. Tönnies'e göre bu evrim geri döndürülemezdir ve kurumsallaşmış cemiyet yapısı içerisinde cemaatlerin kurumsal bir gerçeklik olarak tanımlanması toplumu böler. Bu noktada yorumu siz değerli okuyuculara bırakmayı uygun buluyorum. Sadece şunu vurgulamakla yetinmek istiyorum; Kurumlar, hukuk devletinde kurumsallaşan ilişkilerin denge unsurudur. Ancak tüzel kişiliği bulunmayan örgütlerin kurumsal refleksler göstermesi, toplumda ayrışmayı körükler. Burada kastım inanç temelli ve tüzel kişiliği olmayan örgütlerdir. Bunların halktan bağış toplaması, kurumsal yapıyı ve onun güvencesi olan hukuk devletini etkisizleştirir. Hele ki, bunların siyasal iktidar tarafından himaye edilmesi, siyaset biliminde hukuk devleti tanımının tamamen dışında bir alana denk düşer.

         Kamu hizmeti sunumu maksadıyla tüzel kişiliğe haiz bir kurum oluşturulmasından beklenen fayda, anayasada yazılı niteliklere uygun şekilde ve etkin olarak sunulan bir kamu hizmetidir. Ancak kurulan kurumlar, bireysel hak ve özgürlükleri, tüzel kişiliklerin varlık sebeplerini tehdit eden bir baskı aracına dönüşüyorsa, burada ne demokrasiden ne de hukuk devletinden söz edilemez. Anayasa mahkemesi bir kararında, "Kamu mal ve hizmetinin kullanılmasında kamu yararı niteliğinin bulunması gerekir" diyerek, siyasal iktidarların politika belirleme süreçlerinde hangi ilkeyle hareket etmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Dolayısıyla hukuk devletinde siyasal iktidar, kurumsal yapıların işleyişini ve ilişkilerinin düzenlenmesini belirli ilkelerle sürdürmek zorundadır. Bu zorunluluk siyasal iktidarın politika tercihi ile açıklanamaz.

         Bakanlıklar, devlet tüzel kişiliğinin faaliyet alanlarına göre örgütlenmiş kuruluşlardır. Yani bakanlıkların ayrı birer tüzel kişiliği yoktur. Hepsi devlet tüzel kişiliğini temsil eder. Örneğin Sağlık Bakanlığı devlet tüzel kişiliğinin altında faaliyetlerini sürdürür. Dolayısıyla bu bakanlığa bağlı bütün kurumların da ayrı bir tüzel kişiliği bulunmamaktadır. Elbette bağlı kuruluş dediğimiz yapılar bundan istisnadır. Ancak bir kamu hastanesi devlet tüzel kişiliği altında kamu hizmeti sunmaktadır. Dolayısıyla burada çalışanlar bir anlamda devlet tüzel kişiliğinin kılcal damarlarındaki temsilcilerdir. Yukarıda ısrarla vurguladığımız üzere, özel kişilerin devlet tüzel kişiliği ile olan ilişkileri, hukuk devletinde kurumsallaşmıştır. Bu kurumsallaşmanın ihlali, devletin tüzel kişiliğine yapılan bir saldırıdır ve kanunlarla belirlenmiş yaptırımlara tabidir. Son dönemde sıkça yaşanan "sağlık çalışanlarına şiddet" sorunu bu açıdan ele alındığında, devlet tüzel kişiliği altında faaliyet gösteren Sağlık Bakanlığının bu kurumsallaşmaya aykırı davranmak gibi bir politika tercihi yoktur ve olamaz. Elbette kamu görevlisi suç işliyor olabilir ama bunun karşılığı da kanunlarda belirlenen usullerle aranmalıdır. Cemaatten cemiyete evrilmiş modern bir devlette kurumsallaşmış ilişkilerin hukuk devleti ilkesi ile korunduğu bir yapı, toplumsal barışın ve huzurun anahtarıdır. Bunun dışında çıkış yolu aramak -Yüce önderimiz Atatürk'ün ifadesiyle- gaflettir, delalettir.

          Sevgilerimle...

 

Dr. Özkan LEBLEBİCİ

Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi

7 Temmuz 2021 Çarşamba

 HUKUK DEVLETİNE YOLCULUK

         Sevgili dostlar yazabilmenin sonuçları göze almayı gerektirdiği günlerden geçiyoruz. Uganda Diktatörü İdi Amin'in "İfade özgürlüğü var ama ifade ettikten sonra olacakları garanti edemem" sözü, özgürlüğün var demekle var olmadığını anlatan güzel bir örnektir. Bu durum birçok kavram için de geçerlidir. Kavramları geçerli kılan nedir? Diyelim ki bir ülkede insanların yüzde 51 kadarının, seçtikleri yönetici "Bu ülke hukuk devletidir" dediği için ülkenin hukuk devleti olduğuna inanması ülkeyi hukuk devleti yapar mı? Yöneticiye olan inanç O'nun her söylediğini gerçek kılar mı? Bilimsel açıdan bu soruya verilecek yanıt net bir "Hayır"dır. Bilimsel olmayan yanıtların ise toplumda etkisinin olması onları değerli hale getirmez. Çöp her zaman çöptür. İnsan genellikle bir şeyin değerini kaybettiği zaman anlar. Bir ülkede de hukukun, bireysel özgürlüklerin gerçek değeri, bu kavramların eksikliğinde anlaşılır. Amacımız mevcut durumun bilimsel bir tanımını yapabilmektir. Öyleyse hep birlikte kavramları geçerli kılan ilkeler üzerinden bir yolculuğa çıkabiliriz.  

         Varsayalım, küfür etmeyi sevmeyen bir insansınız, şiddetten nefret ediyorsunuz. Bir gün arkadaşlarınız hafta sonu takımınızın maçına fazla biletleri olduğunu ve sizi de yanlarında görmek istediklerini söylüyorlar. Heyecanla kabul ediyorsunuz. Maçın birkaç saat öncesinden başlayan etkinlikler sizi maç atmosferine sokuyor. Artık yavaş yavaş kendinizi tribünleri dolduran ve hiç tanımadığınız kalabalığın bir parçası olarak hissetmeye başlıyorsunuz. Derken maç başlıyor ve seyirciler yerlerinde duramadan tezahürat yapıyor. Ancak iyi gitmeyen bir şeyler var. Hakem verdiği kararlarla seyircileri çıldırtıyor, deyim yerindeyse takımınızı ince ince doğruyor (!). Başlangıçtaki homurdanmalar bir müddet sonra yerini seyircilerin toplu tepkisine bırakıyor. Önce hakemin cinsel tercihleri sorgulanıyor, daha sonra aile efradının hatırı soruluyor (!). Bir anda fark ediyorsunuz ki, siz de o küfürlere katılıyorsunuz. Maç puan kaybıyla bitiyor ve dışarıda grup olarak yürürken birden karşıdan rakip takımın formasını giymiş bir gencin geldiğini görüyorsunuz. Grup önce size karşı hiç bir olumsuz tavrı olmayan gence sözlü tacizde bulunuyor. Karşıdan bir cevap gelince kovalamaca başlıyor. Siz doğrudan şiddet uygulamasanız bile, bir anda o suçsuz gence yönelen şiddeti haklı gördüğünüzü hissediyorsunuz.

         İnsanları gerçekte olmadıkları bir davranış haline büründüren etken, kitle psikolojisidir. Aynı durum, akıl yoluyla değerlendirmeden bir siyasi partinin taraftarı gibi hareket eden kitle açısından da geçerlidir. Ancak buradaki problem takım taraftarlığından daha vahimdir. Takım taraftarlarının kitleyle birlikte hareketi çoğunlukla düşünmeden anlık gerçekleşen tepkiler şeklinde olurken, bir siyasi parti taraftarlarının tepkileri bireysel olarak yanlış davranışın doğruluğuna olan yanlış inançtan kaynaklanır. Yanlış inancı doğuran etken ise bilgi eksikliğidir. Durumu ağırlaştıran etken de, bilgi eksikliği olan kişinin bundan haberdar olmaması hatta bilmek istememesidir. Siyasi partilerin potansiyel iktidar adayı olduğu düşünüldüğünde, partilere karşı inanca dayanan bir bağlılık geliştirmek, bir ülke için çok ağır sonuçlar doğurabilecek bir tehlikeyi içinde barındırır. Elbette toplumsal yaşamı düzenleyen yasal metinler ortaya çıkabilecek sorunları ortadan kaldırabilecek etkiye sahiptir. Ancak yasalar konusunda şu soruların cevapları olumlu olmalıdır; 1. Yasa kamu yararını gözetiyor mu? 2. Yasa ortak iyiye hizmet ediyor mu? 3. Yasa belirlenmiş süreçlere uygun olarak çıkarılmış mı? 4. Yasa hukukun temel ilkeleri ile uyum içerisinde mi?

         Bu soruların ardından gelen en önemli soru ise, "devlet adını verdiğimiz siyasal örgütlenme içerisinde etkin hale gelen yasaların uygulanması yönünde etkili bir irade var mıdır?" sorusudur. Devlet, sınırları içinde güç kullanma tekeline sahip tek örgütlenme biçimidir. Tarihsel olarak değerlendirildiğinde, devletin bu gücü kullanması bazı sınırlamalara tabi tutulmuş ve daima çizilen sınırlar daha da keskinleşmiştir. Keskinleşen sınırlar siyasal iktidarın gücünü sınırlandırırken yasama, yürütme ve yargı olarak tanımladığımız üç erkin birbirleri üzerindeki denetimini de kurumsallaştırmıştır. Bu kurumsallaşma egemenliği gerçek sahibine, halka vermiştir. Yani bir yasanın yürürlüğe girmesi ve uygulanması, halk egemenliğinin zorunlu bir sonucudur. Uygulanmadığı durumlarda ise, kuvvetler arasında uyumsuzluk ve yürütmeyi temsil eden siyasi iktidarın görevini iyi yapmaması söz konusu olabilir. Yukarıda sorduğum sorular çerçevesinde hukuk devleti kavramına bir bakalım.

         Hukuk Devleti, faaliyetlerinde hukuk kurallarına bağlı olan, vatandaşlarına hukuki güvenlik sağlayan devlet demektir. Bunun olabilmesi için yasama, yürütme ve yargının ayrı ayrı hukuka uygun hareket etmesi, hukuk devletinin genel ve temel gerekleridir. Ama bu hukuk devleti yeterli değildir. Hukuk devletinin özel gerekleri olan şu ilkelerin de bulunması gerekir; 1. İdarenin bütün eylem ve işlemleri yargı denetime tabi olmalıdır, 2. Hakimler bağımsız ve teminatlı olmalıdır, 3. İdari faaliyetler önceden bilinebilir olmalıdır, 4. Hukuki güvenlik olmalıdır, 5. İdarenin mali sorumluluğu mevcut olmalıdır. Bütün bu ilkelerden birinin bile bulunmaması hukuk devleti kavramını zedelerken, her biri için sayısız örneğin bulunduğu bir devlete hukuk devleti denmesi mümkün değildir. Hukuk devleti olmayan bir devletin Anayasasında demokrasinin devletin nitelikleri arasında sayılması da devleti demokratik yapmaya yetmez.

         Hukuk devletinde yaşayan bir vatandaş, sadece devletin siyasal sisteminin görevini yapmasını bekleyerek demokratik hukuk devletinde yaşamanın keyfini süremez. Kişisel olarak hukuk devleti ilkesinin sorumluluğunu taşımak zorundadır. Burada iki unsur önemlidir. Birinci olarak daha önceki yazılarımda belirttiğim aktif vatandaşlık kavramına uygun davranmak gerekir. İkinci olarak bireyin hukuk devletine olan güvene uygun davranışlar içerisinde olması gerekir. Bu ikinci konuyu açmak gerekebilir. Yazının başında belirttiğim taraftarlık kavramına dönmek istiyorum. Demokratik hukuk devletinde yaşamanın vatandaşa yüklediği ahlaki ve insani sorumluluğun önündeki en büyük engel, taraftarlık kavramıdır. Akıl ve ahlak ile düşünemeyen insan, kendisini bir dine, bir topluluğa, bir ideolojiye, bir siyasi partiye felsefeden yoksun bir şekilde "taraftar" olarak bağlı hissedebilir. Bu bağlılık; farklı dini, farklı topluluğu, farklı ideolojiyi, farklı siyasi partiyi düşmanlaştırır. Akıl tamamen devre dışı kalır. Kendinden olmayan herkese karşı nefret ve şiddet hisleri gelişir. Uygun ortam bulunursa şiddet kendini ortaya çıkarır. Bu şiddet, bir kadına, bir sağlık çalışanına ya da farklı olarak gördüğü herhangi bir canlıya yönelebilir.

         Burada felsefe ve insani ilkeler önemli olmalıdır ancak hangi siyasi partiyi destekliyorsa desteklesin bir canlının sadece kendi düşüncesine uymuyor diye zarar görmesine duyulan istek, felsefe ve insani ilkelerle açıklanamaz. Dünya görüşünü, etnik kimliğini, yaşam tarzını beğenmediğiniz bir insanın ölmesini, hukukun o kişiye karşı size uygulanandan farklı uygulanmasını istemek, savunmak insanlık tarihinin en ahlaksız, en aşağılık tutumudur. Hukuk devleti kavramının olmadığı bir devlet, sivrisinek üreten bir bataklık gibidir. Hukuka karşı güvenin azalması, insanları düşmanlaştırırken, aklı ve ilkelerle hareket edenlerin oranı gittikçe azalır. Kendine medeni diyen insanlar, bir anda farklı kimlikleri düşman olarak görmeye başlayabilir. Bu sorunun çözümü ise, çok uzun zaman gerektiren bir aydınlanma devriminin gerçekleştirilmesine bağlıdır. Aksi halde sivrisinekler yaşadıkları bataklık ortamından rahatsız olmadan mutlu ve mesut yaşamaya devam ederler.

         Sevgilerimle...

 

Dr. Özkan LEBLEBİCİ

Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi