7 Ağustos 2021 Cumartesi

 

EŞİTLİK ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

         Sevgili dostlar günlük yaşantımızda en çok özlemini duyduğumuz, en çok savunmaya çalıştığımız değerlerden biri eşitliktir. Ancak çoğunlukla herkesin eşitlik kavramından anladığı farklıdır. Genellikle modern toplumlarda hukukun insanlara karşı herhangi bir ayrım gözetmeksizin eşit olarak uygulanması eşitlik için yeterli görülürken, zaman içinde oluşan eşitsizlikler görmezden gelinir. Çünkü bu eşitsizliklerin uzun dönemli etkileri bireyden çok birkaç nesli içine alan bir etki alanına sahiptir. Zaman içindeki değişimler, anlık yaşantının kabullenilmiş formlarında radikal değişikliklere yol açmadıkça herkes halinden memnunmuş gibi davranmayı iç huzurunun bir gereği gibi görmeye alışmıştır. "Pek çok zengin insanın zengin bir ailede doğduğu için zengin olduğu ve pek çok fakirin fakir bir ailede doğduğu için hayatları boyunca fakir kalacağı kanıtlanmış bir olgudur" der Harari. Peki böylesi bir eşitsizlik ilk duyduğunda insanlara haksızlık gibi gelirken, yaşadığı süreçte herkesi durumuna razı eden etken /etkenler nelerdir? Buradan yola çıkarak günümüz dünyasının bir fotoğrafını çekmeye çalışacağım. Bunu yaparken birçok düşünceme itiraz gelebileceğini tahmin ediyorum. Tek istediğim, yazdıklarımı kendi durumunuzdan bağımsız olarak, yani dışarıdan bir gözlemci gibi düşünmenizdir.    

          Tarihte ilk eşitsizlik ne zaman başlamıştır? Rousseau "İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı" kitabında bunu mülkiyet kavramının doğuşuna bağlar. İlk günah, birisinin bir toprak parçasını çevirip "burası benim" dediğinde başlamıştır der Rousseau. Avcı toplayıcı toplumlardan yerleşik düzene geçişin bu anlamda özel mülkiyetin gelişmesinde önemli bir aşama olduğunu kabul edebiliriz. Burada asıl vurgulamak istediğim, toplumlarda sınıfsal farklılaşmanın özel mülkiyetin kurumsallaşmasıyla olan ilişkisinin görülmesidir. Çünkü eşitsizliği içinden çıkılamaz bir girdaba döndüren etken, sınıfsal farklılaşmadır. Bu yapı içerisinde gözardı edilense, eşitsizliğin her zaman kendini her aşamada yeniden üreten bir olgu olduğu gerçeğidir. İşte bu gerçek, zenginin zengin, fakirin fakir doğmasını sağlar. Zaman içinde bu devinim sınıfsallaşmaya yol açar. Devleti yöneten kişiler açısından bu sınıfsal yapının korunması, yönetenin meşruiyetini sağlamadaki en önemli yardımcısıdır. Buna uygun söylem ise, inanç üzerinden oluşturulur. Bütün dini inançların insanlar yerleşik düzene geçtikten sonra ortaya çıkması ve hepsinin de sınıfsal farklılığı (köle-efendi, zengin-fakir) az ya da çok gözetmesi bir rastlantı değildir. Yöneten sınıf her zaman, sorgulanmayan bir sınıfsal yapıyı kendisi açısından güvence olarak gördüğü için, bunu sorgulatmayan bir inanç sistemi ile desteklemeyi tercih etmiştir.

         Toplumlarda sınıfsal bir sıradüzen (hiyerarşi) oluştuktan sonra bunu kabul ettiren araçlar olduğu gibi, insanlara bir üst sınıfa geçebilme ihtimali ve umudu da pazarlanır. Çünkü bu, yapının karşısındaki en büyük risk, sınıfsal farklılaşmanın yarattığı ortamın kendi zararına olduğunu anlayanlardır ve en büyük destek insanlara görüp de hayalini kurduklarına ulaşma ihtimalini pazarlamaktır. Bu çerçevede bazı toplumlarda sınıflar arası geçişkenlik yüksek olduğundan toplumsal gerilim oluşmazken, bazı toplumlarda bu geçişkenlik düşük olduğundan toplumsal yapı gerilim üretmeye daha yatkındır. Toplumsal gerilim üretmeye yatkın yapılarda, dinin ve ideolojinin "gerçek satamıyorsan hayal sat" mantığı ile insanlara durumu kabullenme yönünde telkinde bulunduğu görülür. Bu tür toplumlarda dinin ağırlığı ilkine göre daha fazladır. Özel mülkiyetin kutsanması her iki yolla da desteklenir. Burada konumuz din olmadığından, dinin felsefi dönüşümünü ele almıyorum ancak eşitlik konusunda daha tutarlı olan inanç sistemleri bile, toplumsal yapıda egemen sınıfın ihtiyaçlarına göre felsefi bir dönüşüm geçirmektedir. Bir çok örneği olan bu konuya burada değinmemeyi tercih ediyorum.

         Marks, tarihsel gelişimin bir aşamasında ortaya çıkan devletin tarihsel zorunluluklar ortadan kalktıktan sonra ortadan kalkacağını savunmuştur.Toplumların tarihsel aşamalarında beş kategoride ele almıştır; 1. İlkel toplum, 2. Feodal toplum, 3. Kapitalist toplum, 4. Sosyalist toplum, 5. Komünist toplum. Bu çerçevede Marks, kapitalizmin gelişmeci ve ilerici bir rol oynadığını kabul etmekle birlikte, kendi iç çelişkilerinden dolayı (emeğin ve doğanın sömürüsü, sınıfsal yapı) diyalektik süreçte yıkılacağını ve diğer bir toplumsal aşama olan sosyalist topluma geçileceğini öngörmektedir. Marks ve Engels tarafından yazılan ve Şubat 1848'de yayımlanan "Komünist Manifesto", ilerici bir topluma geçiş için 10 maddede çözüm önerilerini sunmaktadırlar. Bu maddelerden ilki "Toprak mülkiyetinin kaldırılması ve bütün toprak rantlarının kamu yararına kullanılması", üçüncüsü ise " Bütün miras haklarının kaldırılması" olarak belirtilmiştir. Burada amacım, komünist manifesto savunusu yapmak değildir. Bu tercihim, bunu yanlış bulduğumdan değil, konumuzun eşitlik üzerine oluşundandır. Bu iki madde dikkatle ele alındığında aslında toplumdaki eşitliği bozan sınıfsal yapıyı kökten değiştirmek üzerine devrimci bir kurgu olduğu görülmektedir. İlk anda bu maddelere itiraz edebilecek çok insan çıkacağını tahmin edebiliyorum. Ama bunları anlayabilmek için Marks'ın emeğin sömürüsü ve doğanın sömürüsü üzerine görüşlerinin iyi analiz edilmesi gerekmektedir.

         Günümüzde egemen sınıfın talepleri doğrultusunda kıyıların yağmalanmasını, kamu arazilerinin kamu yararı gözetilmeden özelleştirilmesini, imar planlarından yaratılan rantın toplumun çok küçük bir kesimi tarafından sırtlanların ölü bir geyiği parçalaması gibi paylaşılmasını içine sindirecek vatansever bir insan olduğunu düşünmüyorum. Ancak söz konusu olan mütevazi bir evin çocuklarına bırakılması olunca herkes miras savunuculuğuna başlıyor. Burada ideolojinin toplumsal tutarlılığı nasıl dağıttığı görülmektedir. Oysa bakın, manifestodaki çözüm önerilerinin onuncu maddesinde "Bütün çocuklar için devlet okullarında parasız eğitim. Bugünkü biçimi içerisinde çocukların fabrikalarda çalıştırılmalarına son verilmesi" yer almaktadır. Yani herkesin eşit eğitim hakkının sağlanması demektir bu. Bunun yanında bu önlemlerin farklı ülkelerde farklı olacağı da vurgulanmıştır. Yani mesele bir evin miras bırakılması hakkı değildir. Bu yapı içerisinde bile eşitliği sağlamaya yönelik atılabilecek adımlar mümkündür. Ama bütün mesele bu konuda bir iradenin ortaya konması meselesidir. Bunun için siyasi iktidarın belirlediği politikalarda kamu yararının öncelemesi, sosyal sınıflar arasındaki geçişkenliğin fırsat eşitliği temelinde çözüme kavuşturulması gerekmektedir. Yoksa ilkokul müfredatında yer alan kitaplarda "zengini de fakiri de Allah yarattı" söylemi, var olan eşitsizliği sürdürmekten, eşitsiz sınıfsal yapıları korumaktan başka hiç bir şeye hizmet etmeyecektir. Bu noktada tutarlılık, eşitsizliğin ne olduğu konusunda bir karara varmaktır. Herkes çıkarına hizmet ettiğini sandığı küçük çıkarların peşinde koşmaya devam ederse, toplumsal faydanın sağlanması asla mümkün olmaz. Sizin çocuklarınız çok çalışıp ulaşabilecekleri bir cennet ile boyun eğen bir insan olup öldükten sonra ulaşabileceği cennet arasında bir tercihe zorlanırken, bir kısım egemen sınıf destekçisi siyasetçilerin çocuklarına, yurt dışı eğitim ve çeşitli vakıflar aracılığıyla kaynaklar aktarılıp bu dünyada cennet altın tepside sunuluyorsa, burada eşitlik yoktur. Anayasanın onuncu maddesinde yer alan "Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir" ifadesi bile eşit olmayan insanlar arasında eşitlik varmış gibi yapmaktan öteye geçemez.  

         Eşitlik konusunda kişisel beklentilerin dışında ortak bir kavramsal çerçevede buluşamadığımız sürece, birilerinin eşitlik kavramından anladığını yaşayıp kendi eşitlik anlayışımızla bunları eleştirmeye ve eşitliğe özlem duymaya devam edeceğiz. Eşitsizlikleri ve onları üreten  etkenleri görmeden, sahip olduğumuzu sandığımız maddi değerlerle avunacağız. Çocuklarımıza bırakacağımız eşitsizlik üreten yapıyı eleştirmeden varımızı yoğumuzu onların eğitimine (!) harcayacağız. Öncelikle kendimize sormamız gereken soru, sınıfsız eşit bir toplum için nelerden vazgeçebileceğimizdir. Son model arabamız, sık sık değiştirdiğimiz cep telefonumuz, havuzlu evlerimiz, yazlıklarımız ve kışlıklarımız bizim için huzur ve mutluluğun maddi tanımı gibi görünse de insanlığın yok oluşuna doğru giden yolun kilometre taşlarıdır. Ayrıca o çok sevdiğimiz çocuklarımızın geleceğini de mahveden eşitsiz bir düzenin temel dayanağıdır.  

         Sevgilerimle...

 

Dr. Özkan LEBLEBİCİ

Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi

6 Ağustos 2021 Cuma

 

ORMAN YANGININ DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

         Sevgili dostlar bir haftadır ülkede devam eden orman yangınları, kamu yönetimi ve siyaset bilimi açısından büyük bir tartışma alanı yaratmaktadır. Farklı açılardan bu olayı değerlendirmeye çalışacağım. Bundan önce, afet yönetimi alanında yazdığım bir çok makalenin hazırlanmasında yaptığım araştırmaların verdiği bilgi ve tecrübe ile şunu ifade etmek isterim. Bilimsel bilgiye sahip insanların itibar görmediği toplumlar, vasat altı siyasetçiler tarafından yönetilmeye mahkumdur. Üniversitelerin kamu politikalarını rahatça tartışmaya korktuğu bir ülkede bu politikaların yanlışlarını, hatalarını kim görebilir ve söyleyebilir? Bir kısım akademisyen titrine sahip ancak akademik ahlaktan nasibini almamış ve sıradan bir iş yapıp karşılığında para aldığını düşünen inanlardan bilimsel değer taşıyan bir tartışma çıkması beklenemez. Katıldığım bir çok akademik etkinlikte, doğru bildiğini söylemekten çekinen, unvanları cesaretlerinden büyük akademisyenler tanıdım. Gerçekten her durumda onurlu duruşunu muhafaza eden bütün akademisyenleri tenzih ederim. Öncelikle belirtmem gerekir ki, ülkenin bugün yaşadığı sorunlarda görevini yapmayan/yapamayan akademinin payı büyüktür.

         Afet yönetiminin en önemli bileşeni, risklerin doğru değerlendirilip, önlemlerin birbiriyle uyumlu şekilde planlanmasıdır. Günümüzde afet yönetimi yaklaşımlarındaki gelinen aşamada odak noktasının afete müdahaleden risk yönetimine kaydığını söyleyebiliriz. Bu temel anlayış, günümüz afet yönetiminin planlama, örgütlenme ve uygulamasının büyük ölçüde değişmesine neden olmuştur. Bu çerçevede afet riskini doğuran kamu politikalarının daha çok tartışılması, daha iyi değerlendirilmesi gerekmektedir. Bir kamu politikası, afet riskini nasıl doğurabilir? Bunun örnekleri birçok afet olayında görülebilir. Örneğin enerji politikalarının nükleer enerji konusundaki tercihi, nükleer santrallerde yaşanabilecek büyük ölçekli kazaların afete dönüşmesine neden olabilir. En yakın örneği olarak ele alırsak, Kemerköy Termik Santralinin orman yangınından etkilenmesiyle yaşananlar, birçok risk değerlendirmesinin yanlış yapıldığı bir kamu politikası süreci içerisinde değerlendirilebilir. Enerji politikası çerçevesinde tercih termik santral olmuş, bu termik santral ormanlık alanın içine yapılmış, daha da vahimi, bir orman yangını ihtimalinde yaşanabilecek riskler dikkate alınmamış ve bu konuda etkili bir planlama yapılmamıştır. Oysa her aşamada aldığınız riske uygun tedbirler alarak, afet ihtimalini azaltmak mümkündür.

         Kentleşme politikaları ve buna bağlı imar planları ile oluşan riskler ise, belki de yaşadığımız afette en çok konuşulması gereken konulardan biridir. Yerleşime açılmaması gereken orman alanları ve kıyıların büyük bir yangında nasıl bir tehlike unsuru olduğu görülmüştür. İktidar gücünü kullanma imkanını bulan kişi ve gruplar, kendilerine özel imar plan değişiklikleri ile, kıyılarda ve ormanlık alanlarda konutlar yaparak buralardan rant sağlamışlardır. Bu grupların içerisinde kamu görevlilerini, yargı mensuplarını ve bunların isimleriyle anılan siteleri görmek mümkündür. Bu sorun 20 yılın sorunu da değildir. Toplumsal düzeyde ahlaki yapının sorgulanmasını gerektiren bir durumdur. 2012 yılında çıkarılan 6360 Sayılı Kanun ile, 30 ilin büyükşehir belediye sınırları mülki sınırları olarak belirlenmiş, bu illerdeki köyler kamu tüzel kişililerini yitirerek mahalleye dönüştürülmüştür. Köylerin tüzel kişiliği kaybetmesi ile, köy muhtarlarının tüzel kişiliği temsil yetkisi de ortadan kalkmış, köylere ait ortak alanlar (mera vb.) üzerinde köylünün hakkını savunacak bir makam kalmamıştır. Elbette bir önceki yazımda vurguladığım gibi, böyle bir kanunun çıkarılmasında kamu yararının nerede olduğu sorgulanmalıdır. Bilindiği üzere kamu politikaları yasalarla somut bir biçime bürünür. Bu yasa da, hükümetin izlediği politikanın vücut bulmuş halidir. Ama politika sonuçları açısından bakıldığında, ormanlık ve yeşil alanların maruz kaldığı saldırılarda çok büyük artış meydana gelmiştir. Taş ocağı, maden arama, HES (Hidro Elektrik Santrali), turizm teşvik gibi gerekçelerle ülkenin doğal alanlarında büyük tahribatlar oluşmuştur. Hükümetin kamu yararına aykırı tutumunu denetleyebilecek kurumların yıpratılması ve ortadan kaldırılması neticesinde, kamu yönetiminin temel ilkesi olan kamu yararı kavramı, sorgulanamaz ve aranamaz olmuştur. Yaşadığımız yangın felaketini hazırlayan adımların burada aranmasında fayda vardır.

         Bazen risk değerlendirmesi doğru yapılsa da önlemler yeteri kadar alınsa da afet olgusu ortaya çıkabilir. Bunun en somut örneği, 2011 yılında Japonya'da yaşanan Tohoku depremi sonrasında Fukuşima Nükleer Santralinde yaşananlardır. Her ne kadar her şey doğru görünse de felakete engel olunamamıştır. Diğer bir deyişle, o santral oraya yapıldığında istatistiki verilerden yola çıkarak alınabilecek önlemlerin bile yetersiz kalabileceğinin öngörülmesi gerekirdi ancak politika tercihi bunu göze almıştır. Afet ortaya çıktıktan sonra artık müdahalenin etkin yapılması önem kazanır. Müdahaleyi etkin kılmak için ise, çeşitli senaryolar üzerinden en kötünün öngörülüp, planlamanın buna göre yapılması önemlidir. Müdahalede etkinliğin temeli, doğru örgütlenme ile afete müdahale araçlarının doğru yerde ve doğru zamanda bulundurulmasıdır. Yaşadığımız yangın felaketinde en büyük eksiklik, orman yangınlarına müdahalede etkin bir şekilde kullanıldığı bilinen yangın söndürme uçaklarının bulunmayışıdır. Kamu yararına aykırı olarak orman yangınlarına müdahale faaliyetlerinin özelleştirilmesi neticesinde Türk Hava Kurumu, var olan uçaklarının bakımını yapamaz duruma getirilmiş, böylesi büyük bir felaket için eldeki en etkili araçlar, kamu politikası yoluyla devre dışı bırakılmıştır. Bunun hiç bir gerekçe ve siyasi düşünce ile savunulabilir tarafı yoktur. Çünkü yaşananlar, bu kamu politikası sürecinde kamu yararı olmadığını ortaya koymaktadır.

         Olayın örgütlenme boyutuna baktığımızda, yerel yönetim ile merkezi yönetimin afete müdahalede etkin bir işbirliği içerisinde hareket etmesi beklenir. Burada şunun altını çizmekte fayda bulunmaktadır. Anayasanın 123'üncü maddesinde "İdare, kuruluş ve görevleriyle bir bütündür ve kanunla düzenlenir. İdarenin kuruluş ve görevleri, merkezden yönetim ve yerinden yönetim esaslarına dayanır." ifadesi ile gerek yerel yönetimin, gerek merkezi yönetimin bir bütünün iki parçası olduğu vurgulanmıştır. Ancak ilginç şekilde yerel yönetimler, yangın sonrasında merkezi yönetimin hedef tahtasına oturtulmuştur. Bu durumu devlet geleneği ve devlet aklı ile açıklamak mümkün değildir. Ormanlık alanlarda oluşan yangınlar yerel yönetimin doğrudan suçu ve sorumluluğu olmayacağı gibi, yangına müdahalede başarısız kalınması ile bu başarısızlık algısını çarpıtma çabalarının kamu yararı açısından hiç bir faydası bulunmamaktadır. Oysa kamu yöneticileri her faaliyet ve davranışında kamu yararını gözetmek zorundadır. Afetlerle mücadele topyekun yürütülmesi gereken bir mücadeledir ve bütün kamu kurumlarının imkan ve kabiliyetleri ulusal düzeyde bir planda birleştirilerek kullanılmalıdır. Zaten Türkiye Afet Müdahale Planı da bunu öngörmektedir Bu kapsamda her kurum ve kuruluşun afet müdahale planlarının hazır ve güncel olması beklenir. Elbette kamu kaynaklarının etkin ve verimli kullanımı önemlidir. Her belediyenin kendi uçağını alması verimlilik açısından sorgulanabilir. Ancak devletin elinde müdahale uçağı bulunmaması, asla kabul edilemez bir durumdur.

         Yangınla birlikte canlıların afet bölgesinden tahliyesine ilişkin güncel bir plan olmadığı da anlaşılmıştır. Elbette kamu yöneticilerinin ülkenin doğal varlıklarının korunması açısından bakış açıları önemlidir. Ölen canlılar için "parası neyse karşılarız" türünden vicdani değerlerden yoksun bir bakış açısı, aslında yaşanan felaketin çok da beklenmeyen bir şey olmadığını gösteriyor. Kamu yöneticilerinin vicdani, insani, etik duruşlarının kamu yararı ile yakın bir ilişkisinin bulunduğu açıktır. Son söz olarak şunu söyleyebiliriz; elma ağacında armut yetişmez.  

         Sevgilerimle...

 

Dr. Özkan LEBLEBİCİ

Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi