11 Nisan 2020 Cumartesi


KRİZ VE SONRASI
            Sevgili dostlar, önceki yazılarımda pandemi kaynaklı krizin küresel ve ulusal düzeydeki etkilerini tartışmıştım. Bugün krizin küresel düzeyde yarattığı ekonomik ve sosyal sorunları bir kenarda tutarak, ulusal düzeydeki tartışmalara odaklanmak istiyorum. Bütün dünyada vak'a sayıları, ölüm rakamları ve aşı çalışmaları en önemli gündem maddeleri olurken, kriz sonrasında yaşanacak siyasal değişimler, toplumsal ve bireysel tercihlerde yaşanacak dönüşümler gibi önemli konular az da olsa gündemde kendisine yer bulabiliyor. Oysa bir süre sonra, afet yönetiminin en önemli safhalarından olan afet sonrası döneme ilişkin iyileştirme ve zarar azaltma safhalarının, birçok ülke açısından yeni siyasal ve toplumsal düzen içerisindeki konumları üzerinde belirleyici olacağını bilmek ve bu süreçlerin yönetimini şimdiden planlamak, siyasal iktidarlar için bir tercih olmaktan çok zorunluluk olarak algılanmalıdır.
            Salgın hastalıklar, afet yönetim sürecine uygun olarak yönetilmesi gereken krizleri doğuran afetlerden biri olarak kabul edilmektedir. Afetlerin etkileri değerlendirildiğinde, kriz yönetiminin nesnesi olan birincil etkiler, bütün sürecin yönetimi içerisinde nispeten az yer tutar. Kriz yönetim sürecinde kısmen ikincil etkiler dediğimiz, birincil etkilere bağlı olarak ortaya çıkan etkiler de görülür. Bu süreçte siyasal iktidarların başarısı, afet etki matrisi ile belirlenen ikincil ve müteakip etkilerin ne kadar planlandığı, buna ilişkin ihtimalat planlarının ne kadar hazır olduğu ve sürecin lojistik desteği konusunda hangi hazırlıkların yapıldığı ile yakından ilgilidir. Krizlerin en önemli özelliği, koşulların hızla değişmesi ve bu hızla değişen koşullara yönelik sür'atli tepki verilebilmesi gerekliliğidir. Her krizin yönetimi, kaçınılmaz olarak siyasal iktidarlar açısından yönetme sorumluluğu gerektirir. Yani kriz anında yönetmekten sorumlu olan kişi ve kurumlar, bu sorumluluklarını devredemezler, yapılan hataların siyasal sorumluluğundan kaçınamazlar. Bunun yanında, kriz yönetiminde yönetim bilimi açısından hiç tercih edilmemesi gereken hareket tarzları vardır. Bunlardan biri, krizin halk üzerinde yarattığı algıları yönetmeye odaklanıp, birincil sorunları algı yönetimi üzerinden tanımlama girişimidir. Yani siyasal iktidar, kendi iktidarının halk üzerindeki algısını yönetmeyi,   krizin toplum üzerindeki etkilerini yönetmekten daha fazla dikkate alır. Çünkü siyasal iktidarların birçoğu, krizleri yönetmekteki başarısızlıklar sonrasında siyaset tarihinin tozlu sayfaları arasına gömülür. Bu yaklaşım, kriz yönetimindeki karmaşıklık düzeyinin kontrol dışına çıkmasına neden olabileceğinden, çok olumsuz sonuçlar doğurabilir. Ortaya çıkan olumsuz sonuçlar, devlet aygıtını yönetme sorumluluğunu almış siyasal iktidarı, daha baskıcı ve şeffaf olmayan bir yönetim anlayışına doğru itebilir. Kriz dönemi sonrasında ise, bu baskıcı yönetim pratiği, siyasal iktidarları bir güç sarhoşluğuna iter. Sonrasında demokratik toplumsal kazanımlar ortadan kalkabilir ve siyasal iktidar kendi devamlılığını, devlet aygıtının bir baskı unsuruna dönüştürülmesi ile yeniden tanımlanması üzerinden sürdürmeye çalışır.
            Kriz döneminde asla yapılmaması gereken bir diğer yaklaşım, yönetimin bütünlüğünü bozucu kararlar vermek ve tercihlerde bulunmaktır. Üniter devlet yapısına sahip ülkelerde yerel yönetimler, siyasal özerkliği olan ayrı bir yapıyı değil, devletin yönetsel bir birimini ifade eder. Anayasamızda 123. Maddede tanımlanan "idarenin bütünlüğü" kavramı devletin üniter yapısına vurgu yapar. Yani bir yerel yönetim biçimi olan belediyeler, zaten devlet adına idari işlem ve eylemlerde bulunan birimlerdir. Oysa siyasi iktidar, bu yapıları devletin bir yönetsel birimi değil de siyasi rakibi olarak görürse, bu devletin üniter yapısına karşı takınılmış bir tutuma denk düşmektedir. Bir belediye aşevi işletiyorsa, vatandaşların yardım için bağış yapmasına ön ayak oluyorsa, bu uygulamalar zaten devlet adına yapılan uygulamalardır. Bunlara engel olmak ise, Anayasanın temel dayanağı olan üniter devlet yapısına yönelmiş bir anlayışı temsil etmektedir. Yani belediyenin siyasi özerkliğe sahip bir birim gibi davrandığı iddia edilmektedir. Bu yaklaşım elbette Anayasanın ruhuna tamamen aykırı bir tutumdur. Belediyenin yardım faaliyetlerinin "devlet içinde devlet olmaz" denilerek engellenmesi ise idarenin bütünlüğü ilkesini bilmeden yapılan bir söylem gibi görünmektedir. Hele ki, aşevlerinin faaliyetlerinin engellenmesi, yine Anayasanın 126. Maddesinde belirlenen "yerel halkın yerel ihtiyaçlarını karşılamakla sorumlu" belediyenin görevlerine alenen müdahale anlamını taşımaktadır. İşin vicdani boyutunda ise, bir insanlık dramı oluşmaktadır. "Aşevinden kimler yemek yer?" sorusuna verilebilecek cevabı olan, bu dramın nereden kaynaklandığının da cevabını verebilecektir.
            Kriz sonrasına baktığımızda, önümüzdeki dönemde karşımızda büyüyen sorunlar silsilesinin en temel bölümünü işsizlik sorunu oluşturmaktadır. Hizmet sektöründe çalışan birçok insan, bu krizle birlikte işini kaybetmeye başlamıştır ve bu trendin kriz bittikten sonra kısa sürede tersine dönemeyeceği bilinmektedir. Kamu politikası kamusal sorunları çözmek için sürdürülen yönetsel bir süreçtir. Yaşanan ve yaşanacak olan işsizlik sorunu da çok büyük bir kamusal sorunun daha da büyük toplumsal sorunlara dönüşme ihtimalini içinde barındırmaktadır. Bu soruna karşı politika üretmek için siyasal iktidarın varlığını değil, devletin ve milletin bölünmez bütünlüğünü önceleyen bir yaklaşım sergilenmediği taktirde, çok acı sonuçlarla karşılaşmamız muhtemeldir. Bütün dünyada büyüme tahminlerinin yaklaşık 5-6 puan düşürüldüğü bir ortamda, "yüzde beş büyüme hedefimizi muhafaza ediyoruz" demek en hafif ifadeyle halkın zeka seviyesi ile alay etmektir. Böyle bir zihniyetle hareket eden bir siyasal iktidarın, böylesine önemli sorunlar karşısında yönetme sorumluluğunun bilincinde olduğunu düşünmek gerçekten çok zordur.
            Bu krizin öğrettiği ya da öğrettiğini umduğumuz iki önemli sorun alanı daha mevcuttur. Kriz sonrası dönemde bunların da politika süreçlerinin konusu olması gerekmektedir. Bunlardan biri sağlık politikalarını, diğeri tarım politikalarını ilgilendirmektedir. Tarım politikalarını daha sonraki bir yazının konusu olarak kenara bırakırken, sıcak gündemimiz olan sağlık sistemini siyasi ikbal hırsını bir kenara bırakarak dikkate almadığımız ve halkın menfaatlerini esas alan bir sağlık politikası üretmediğimiz taktirde, bir sonraki sorunda ülke güvenlik riskleriyle de karşı karşıya kalabilecektir. Bu konuda en büyük sorumluluk, yönetme sorumluluğunu üzerine almış olan siyasal iktidara düşmektedir. Ancak yaşadığımız krizde bile, bilim kurulu içerisine bilimle ilgisi olmayan insanların yerleştirildiği bir ortamda bunun nasıl gerçekleştirilebileceği sorusu cevapsız kalmaktadır. Günümüzde yaşadığımız krize, birinci basamak hizmetlerini ikinci sıraya alıp, hastane temelli bir sağlık sistemi ile yakalanmış olan ülkemizin ödediği ve ödeyeceği  bedel, olması gerekenin üzerinde olacaktır. Şehir hastaneleri için verilen hasta garantilerinin kamu bütçesine getireceği yükün yeni oluşturulacak sağlık politikasında dikkate alınması en büyük dileğimizdir. Ama eğer birileri bu sistemin çok iyi olduğunu düşünüyorsa, o zaman geçmiş olsun demek dışında bir seçenek kalmamaktadır.
            Ahde vefa ve vicdan duygusu olmayan bireylerin oluşturduğu, akla ve bilime değer vermeyen bir topluma dönüşmenin bedeli, bilimde ilerlemiş toplumların arkasından ibretle ve gıptayla bakmaktır. Zaman ayrışma değil, bütünleşme zamanıdır. Bunu sağlamak için de siyasal iktidara çok önemli bir sorumluluk düşmektedir. Dileğimiz, kriz sonrasında siyasal iktidarın sorumluluğunun bilincinde olmasıdır.  
            Sevgilerimle...