26 Mart 2020 Perşembe


PANDEMİ KRİZİ VE TÜRKİYE ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME
         Sevgili dostlar, önceki yazılarımda küresel krizi ve etkilerini yorumlamaya çalışmıştım. Bu defa krizin öncesi ve sonrası üzerine ülkemizin durumunu içeren bir değerlendirme yapmaya çalışacağım. Buna geçmeden önce krizler hakkında kısa bir bilgi vererek başlayalım. Krizler, normal yönetim süreçlerinin yetersiz kaldığı, karmaşıklığın çok yüksek olduğu, acil karar alma mekanizmalarının devreye girdiği olağanüstü durumlardır. Krizlerin en karakteristik özelliği, durumun çok hızlı değişmesi ve buna uygun yönetim esnekliğinin gerekliliğidir. Bu nedenle kriz durumlarında ilgili uzmanlardan kurulu bir kriz masası kurulması gerekmektedir. Ancak bunlardan daha önemli olan bir konu var ki; kamu yönetiminin krizi yaratan koşulların gelişimini önceden öngörüp, bu konuda hazırlanmış ihtimalat planı (contingency plan) çerçevesinde gerekli tedbirleri alması ve krizin yönetilemez boyuta evrilmesine engel olmasıdır. Çünkü kriz, eğer başlangıçta gerekli tedbirler alınmamışsa, çok büyük ihtimalle yönetilmesi çok zor bir durumu yaratır.
        Krizlerin kamu politikası ile çok yakından ilgisi vardır. Aslında hayatımızda var olan bütün kamusal sorunlar kamu politikasının nesnesidir. Çünkü kamu politikası, kamusal olan bir sorunun tespiti ile başlayan bir süreçtir. Günümüzde sağlık politikası bağlamında baktığımızda, 1961 yılında çıkarılan 224 Sayılı Sağlığın Sosyalleştirilmesi Hakkında Kanun çerçevesinde kurulan ve birinci basamak sağlık hizmetlerini sistemin temeline koyan anlayış terk edilmiştir. Şehir hastanelerin yapımı ise, bu politika değişikliğin en somut politika çıktısı olmuştur. Bu hastanelerin yapımı ve işletilmesinin sağlık politikası dışında kalan kısmını bir başka yazımda ele almak üzere bir kenara bırakıyorum. Sağlıkta Dönüşüm Programı olarak 2003 yılından itibaren başlayan bu süreç, Dünya Bankası kredileriyle desteklenmiş ve neo-liberal politikalara uygun olarak hayata geçirilmiştir. İkinci ve üçüncü basamak sağlık hizmetlerini sağlık politikasının temeline alan bu dönüşüm, doğal olarak sağlık harcamalarında çok büyük artışlara yol açmıştır. Bunun yanında sağlık hizmetinin sunumunda nicelik olarak bir düzelme olmakla birlikte nitelik olarak durumun daha iyiye gittiğini söylemek zordur. Bu süreçte daha çok dünya ilaç kartelleri, tıbbi cihaz üreticileri ve ulusal düzeyde özel hastane sahipleri ile müteahhitler kârlı çıkmıştır. Her neo-liberal politikanın sonuçları gibi, nitelikli sağlık personeli de bu sürecin sonunda, faktör piyasalarının bir dalı olan emek piyasasında itibarsız ve ikame edilebilir bir konumda yeniden tanımlanmış yerlerini almışlardır. Burada söylediklerimi destekleyecek tarihsel rakamların mevcut olduğunun da bilinmesini isterim.
        Şimdi önceki paragrafın başında belirttiğimiz kamu politikasına dönelim. Kamu politikası sürecinin başlangıcı sorunun tespitidir. Bu aynı zamanda politika belirleme sürecinde karar organı durumunda olan siyasal iktidarın belirleyici olduğu bir aşamadır. Çünkü siyasal iktidar herhangi bir kamusal sorunu "sorun" olarak tanımlamıyor ise, o soruna yönelik herhangi bir politika üretme gereği duymayacaktır. Kriz durumları kamusal bir sorun mudur? Bu soruya hayır cevabı verenlerin yazının devamını okumasına gerek bulunmamaktadır. Ne tür olaylardan dolayı ne tür krizler yaşanabileceği ise, günümüzde müneccimlere gerek kalmadan bilinebilecek bir konudur. O halde, krizlere hazırlık olarak politika üretilmesi, tartışma götürmeyen bir şekilde bir siyasi iktidar sorumluluğu olarak tanımlanabilir. Şimdi buradan mevcut duruma ilişkin değerlendirmelere geçebiliriz.
           
            Kriz durumlarında ulusal düzeyde yapılanları değerlendirebilmek için, diğer ülkelerin uygulamaları ile karşılaştırmalı bir yaklaşım uygun olabilir. Elbette bu karşılaştırmada, ülkelerin ekonomik ve askeri gücü ile siyasal sistemlerinin gücü de dikkate alınması gereken hususlardır. Yani karşılaştırma yaparken, ekonomik gücü yeterli olmayan bir ülkeden ABD, Almanya ya da Fransa gibi bir tepki beklemek haksızlık olabilir. Ancak karşılaştırdığımız kamu yönetiminin reaksiyonu ise, bu kesinlikle karşılaştırılabilir bir konudur ve bir çok yanlış uygulamanın açığa çıkarılmasına fayda sağlayabilir.
            Sağlık politikası açısından bakıldığında, sağlıkta dönüşüm programı, yaşadığımız pandemi krizine yakalanmamız öncesinde talihsiz bir politik tercih olmuştur diyebiliriz. Bunun nedeni, sağlık hizmetlerindeki basamakların ve sevk zincirinin fiiliyatta geçerliliğini yitirmiş olmasıdır. Dolayısıyla halk sağlığı, sağlık politikalarında geri plana itilmiş, özel sektörün sağlık sektöründe daha fazla yer alması için her türlü kolaylık sağlanmış ve sağlık harcamaları büyük oranda artmıştır, (Sağlıkta Dönüşüm Programının başlangıcından itibaren bu artış 10 yıllık süreçte beş kat kadardır). Bu kriz döneminde ihtiyaç duyulan kamusal tesislerin kapatılmış ya da işlevsiz hale getirilmiş olması basit bir "öngörüsüzlük" olarak adlandırılamaz. Bunların hepsinin bir siyasi ve hukuki karşılığı olmalıdır ancak bunlar farklı bir tartışma konusudur. Soruna daha yakın dönemden bakarak daha isabetli bir değerlendirme yapmamız mümkün olabilir.
            Pandemi ilan edilene kadar yaşanan süreçte, salgın aşama aşama küresel bir krize dönüşürken, gerekli tedbirler alınmakta geç kalınmıştır. 2020 Yılı Ocak ayından itibaren ulusal düzeydeki tıbbi malzeme stokları kontrol altına alınmamış ve son ana kadar bir ihracat yasağı uygulanmamıştır. Bütün ülkeler bu anlamda kendi ihtiyaçlarına göre ciddi ticaret sınırlamaları getirirken, Türkiye bu aşamada çok geç kalmıştır. Toptancıda tanesi 20 kuruş olan maskenin fiyatı 5 TL'ye çıkmıştır. Sağlık çalışanlarının bu krizle cephede karşılaşacağı bilinmesine rağmen, gerekli ekipman ve test kitleri uzun süre tedarik edilememiştir. Etil alkol üretiminin ne kadar önemli olduğu, bu alanda uygulanan politikaların bir kez daha değerlendirilmesi gereği de ortaya çıkmıştır. Umre ziyaretine izin verilmesi ve dönenlerden sadece 6 bin kadarının karantinaya alınabilmiş olması bilimle izahı mümkün olmayan bir konudur. Bunun yanında karantinaya alınanların öğrenci yurtlarına yerleştirilmesi, öğrencilerin bir gece aniden sokağa atılması, bu konuda ihtimalat planlarının bulunmadığını,yani krize hazır olunmadığını göstermiştir. Elbette radikal olarak alınan ve isabetli olan uygulamalar da vardır. Okulların kapatılması bunlardan biridir. Ancak diğer tedbirlerin alınmasında aynı radikal tutum gösterilememiş ve hastalığın yayılmasının engellenmesinde yetersiz kalınmıştır. Şehir hastaneleri bu aşamada, önceki sistemdeki farklı hastaneleri bir araya toplaması nedeniyle çok talihsiz bir politik tercih olduğunu göstermiştir. Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Şimdi konunun bir farklı boyutuna bakabiliriz.
            Yaklaşık 15-20 yıllık süreçte, ilaç sektörü, büyük oranda yabancı firmaların eline geçmiştir. Uygulanan tarım politikaları nedeniyle bir çok üründe ihracatçı olan bir ülke olarak Türkiye, ithalatçı konuma düşmüştür. Dünyada birçok ülke, gıda ürünlerinde  ticaret kısıtlamalarına gitmektedir. Bunun anlamı, bugüne kadar uygulanan tarım politikalarının sonuçlarını olumsuz şekilde yaşama ihtimalimizin giderek artmasıdır. Buraya kadar ifade ettiklerimizden, siyasi iktidarların politika tercihlerinin, temelde uygulanan neo-liberal politikaların sorgulanmasını gerektirecek bir zafiyet yarattığı sonucunu çıkarmak mümkündür. Ancak daha fazla üzerinde durulması gereken bir konu vardır ki, halk kitlelerinin geleceğe ilişkin umutlarını olumsuz etkilemektedir. Türkiye'de krizin siyasi iktidar tarafından yeteri kadar algılanamamış olması ihtimali, alınacak kararların meşruiyetinin sorgulanacağı bir süreci doğurmuştur. Bu ihtimali kuvvetlendiren görüntü ise, kriz yönetimi yerine algı yönetiminin daha ağır bastığı izleniminin oluşmasıdır. Anayasa değişikliği ile oluşturulan yeni sistemin krizlere karşı büyük zafiyet yarattığını düşünen bir kişi olarak,  ülkenin bu süreçte acilen bilim ve akılı ön planda tutan bir yönetim anlayışına geçmesinin bir ihtiyaç değil zorunluluk olduğunu değerlendiriyorum. Böyle bir ortamda dualardan medet ummak, Kanal İstanbul gibi bir projenin ihalesini halka rağmen yapmak, mevcut durumda akıl ve bilimin ülke yönetiminde egemen olmadığını gösteren uygulamalar olarak görünmektedir. Bu ülke için her türlü fedakarlığı yapmaya hazır bir insan olarak, son yaptığım değerlendirmelerde yanıldığımı görmek en büyük arzumdur.
            Sevgilerimle...

Özkan LEBLEBİCİ

18 Mart 2020 Çarşamba


PANDEMİ VE KÜRESEL BİR DEĞERLENDİRME
            Sevgili dostlar, Çinlilerin bir bedduası varmış. Kızdıkları insanlar için "Tuhaf zamanlarda yaşayasın" derlermiş. Bize kim kızdı bilmiyorum ama bundan daha tuhaf zamanlarda yaşamanın kaderimiz olmamasını umuyorum. Dünyada Dünya Sağlık Örgütü tarafından ilan edilmiş bir pandemi yaşanıyor. Üç ay gibi kısa bir sürede, önce ulusal düzeyde başlayan sonrasında uluslararası düzeyde tedbirler alınmasını gerekli kılan bir salgın hastalık, dünyanın bütün sistemini baştan aşağıya sarsmaya başladı. Daha önceki yazılarımda belirttiğim gibi, dünya bu salgından sonra asla "eski dünya" olmayacak. Çünkü ulusal ve küresel sistemin üzerine kurulduğu bütün arz-talep, üretim ve tüketim kalıpları mevcut paradigmanın kaldıramayacağı bir noktaya sürüklenmektedir. Aslında bunun ayak sesleri çok önceden duyulmaya başlanmıştı. Belki de bu pandemi, yaşanan sürecin beklenmeyen ölçüde hızlanmasını sağladı. Biraz geriye gidelim.
             Fransa'da bir yıldan fazla süredir devam eden "Sarı Yelekliler" eylemlerini hatırlayın. Göstericilerin eylemleri, temel bireysel hakların ve sosyal güvenliğin gerektiği gibi sağlanması taleplerini dile getirerek başlamıştı. Herkes eylemlerin birkaç ay içinde sönümleneceğini bekliyordu ama beklenmeyen oldu. Hükumet küçük tavizler vermesine rağmen gösterileri tamamen engelleyemedi. Burada temel etken, sebebin yeterince algılanamamış olmasıydı. Küresel sistemin ürettiği eşitsiz ilişkilerin ve yarattığı adaletsizliğin önce çevre ülkelerde ortaya çıkması bekleniyordu. Ama Fransa bir merkez ülke olarak böyle bir eylem düzeyi için oldukça uç bir noktaydı. Aslında çevre ülkelerde tepkiler yok değildi ama küresel hegemonya, bu çığılıkları farklı ve yetersiz düzeyde ele alıyordu. Neo-liberal dönem olarak adlandırılan 1980 sonrası süreçte, kapitalizm (dolayısıyla küresel sermaye) kendisini hiç olmadığı kadar güçlü hissediyordu. Bu gücünü de küresel bir hegemonyanın devamı açısından oldukça etkili biçimde kullanıyordu. Bu sayede Fransa'da ortaya çıkan ve beklenenden uzun süren olaylar, kısmen başka ülkelere yayılsa da yoğun olarak bu ülke gündeminde kaldı. Temel sorun, gelir adaletsizliğiydi ve bu yalnızca Fransa'nın sorunu da değildi. Gerçeğin algılanması için ise, bugün yaşadıklarımızın yaşanması gerekiyordu.
            Gelir adaletsizliği konusunda küresel sermayenin, bu olguyu kapitalizmin devamı için gerçek bir risk unsuru olarak gördüğü, özellikle Birleşmiş Milletler tarafından tanımlanan "Bin Yıl Hedefleri" olarak tanımlanan hedeflerden de algılanabilmektedir. 2000'li yıllarda birçok uluslararası kuruluş tarafından, sürdürülebilirlik (!) açısından farklı boyutlarda risk olarak tanımlanan gelir adaletsizliği, yaşadığımız küresel pandemi ile, üst düzey örgütlerin toplantılarında ve raporlarında dile getirilen bir sorun olmanın çok ötesine geçmiştir. Düşük gelir gurubundaki kitlelerin sağlıksız ve yetersiz beslenme koşullarının, sadece onların sorunu olmaktan çıktığı bir dönemi yaşamaya başladık. Aslında her afet sonrasında bu afetten etkilenen kesim yoğun olarak düşük gelir gurubundaki insanlar olurken, bu defa farklı bir şey oldu. İnsanlar aralarındaki sınırları belirleyen çizgilerin, ülke sınırlarının, şehirlerin, semtlerin, caddelerin, binaların, duvarların, tel örgülerin ya da paranın belirlediği çizgiler olmadığını görmeye başladılar. Gerçek çizgi yaşamla ölüm arasında evrensel bir çizgiydi. Bu gerçek aynı zamanda şunu ortaya koyuyordu. Herkes güvende değilse, kimse güvende değildi. Eşitsiz mübadele ilişkileri üzerine kurulu bir sistem olarak kapitalizmin zayıf noktası, küçücük canlıların neler yapabileceğini kestirememiş olmasıydı.
            Pandemi ilanı ile birlikte gerçekleşen olaylar dizisini bu açıdan ele alabiliriz. Borsalar çöktü,petrol fiyatları tarihisel düşük seviyelere gelirken, yükselmesi beklenen altın da düştü. İnsanlar artık sistemi ayakta tutan kolonlara güvenmiyor ve likit kalmayı tercih ediyordu. Her zaman türev ürünlerle insanlara bir kaçış yolu öneren sistem, artık çıkış yolunun kalmadığını kendisi de görüyordu. Ülkeler ardı ardına parasal genişleme önlemleri açıklamaya başladılar. Aslında yaşananlar, 1929 krizine oldukça benziyordu. Pandemi nedeniyle bir talep şoku yaşanmış ve sistem durma noktasına gelmişti. Keynes'in ruhu küresel ekonominin üzerinde geziyordu. Ama öncekinden farkı, bu defa insanların yaşamla ölüm arasında kalması nedeniyle talepte uzun dönemli bir daralma beklentisiydi. İşte bütün sistemi allak bullak eden de buydu. Alınan önlemlerde düşük gelir gurubunun ağzına bir parmak bal çalma çabasını, sistemi ayakta tutabilme hayalinin talihsiz bir yansıması olarak görmek mümkündür.
            Bundan sonra olabilecekler tahmin etmek konusunda sistemden beslenen kitlenin umut pompalama gayretlerini yaşanan krizin kısa dönemli etkileri açısından ele alırsak, saygı duymamak mümkün değildir. Ancak uzun dönemde artık farklı bir dünyaya doğru evrildiğimizi kabul etmeliyiz. Marx tarafından tanımlanan beşli şemada kapitalizmin bir sonraki aşaması sosyalizm olarak bekleniyordu. Gerçekten bu olur mu bilemiyorum. Bunu -izm'lerden bağımsız olarak görmek gerekirse, dünya kapitalizmin yarattığı olumsuzlukları gördüğü için değişmek zorundadır. Bunun ilk işaretleri, pandemi ilanından sonra merkez ülkelerde meydana gelen  devletleştirme girişimleridir. Bireyler açısından bakacak olursak, tarihsel düzeyde devleti ortaya çıkaran koşullar, artık ona farklı işlevler yüklemektedir. Ve devlet dediğimiz politik örgütlenme, artık vatandaşına kulak vermek zorundadır.
                   Bundan sonra artık talep kalıplarının değişmesini öngörmek zor değil. Asıl önemli olan, insanın insan olduğunu hatırlamasıdır. Duygularını bile bir meta olarak tüketen insanlardan, artık duygularının farkında olan bir topluma evrilmemiz sürpriz olmamalıdır. Bir alıntıyla sözlerime son vermek istiyorum. Önemli olan ne kadar çok şeye sahip olduğumuz değil, ne kadar az şeye ihtiyacımız olduğudur. Buna bir ilave olarak şunu da söylemek mümkündür; Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey (alıntı)...
            Sevgilerimle...

Özkan LEBLEBİCİ

16 Mart 2020 Pazartesi


DÜNYA NEREYE GİDİYOR?
            Sevgili dostlar, önceki yazımda corona virüsünün kapitalizmin zayıf noktasını tüm çıplaklığıyla ortaya çıkardığını ifade etmeye çalışmıştım. Bunu kısaca açıklamak gerekirse, kapitalizmin en zayıf tarafının aynı zamanda onun üzerine inşa edildiği en güçlü tarafı olduğunu söylemek mümkün. Ekonomiyi tamamen bilinemez kılan temel unsur, birey davranışlarının öngörülemezliğidir. Klasik teoriden bu yana, bireylerin kararlarının ekonomiyi nasıl etkilediği üzerine birçok teori geliştirilmiştir. Ancak bütün teoriler gerçekliğin sadece küçük bir bölümünü açıklama kabiliyetine sahiptir. Yani var olan gerçeklik, hiçbir zaman tamamen bilinemez. Günümüzde Dünya Sağlık Örgütü tarafından ilan edilen pandemi çerçevesinde olayı ele aldığımızda, bunun birçok boyutu olmakla beraber, ekonomi üzerindeki en önemli etkisinin birey davranışlarını öngörülemez düzeye getirmiş olduğunu söylemek mümkün. Bunu en basit şekilde çevremizdeki bir markete giderek insanların alış-veriş davranışlarını gözlemleyerek de doğrulamak mümkündür.  Bir önceki yazımda da belirttiğim üzere, kapitalizm açısından en büyük sorun, geçici olarak piyasaların yaşadığı sarsıntı değil, ilk defa bireylerin davranışlarının ve tüketim alışkanlıklarının sistemin kontrolünün dışına çıkmış olmasıdır. Şimdi bu konuyu açmaya çalışalım.
             Corona virüsünün yayılmaya başlaması şu an için yaklaşık üç aylık bir süreyi doldurdu. İlk olarak dünyada küresel üretim zincirinin merkezi konumunda olan Çin'de üretimin neredeyse durma noktasına gelmesi, iki tür etki yarattı. İlk olarak kısa dönemde siparişlerin karşılanamaması durumu ortaya çıktı. İkinci etki ise, uzun dönemde kamu politikası olarak etkilerini göreceğimiz bir konuydu. Küresel düzeyde zincirin halkalarında ortaya çıkacak bir sorunun sistemi nasıl etkileyebileceği görüldü ve kamu politikası yapıcıları bu sorunu uzun dönemde bertaraf etmeye yönelik çözümlerin neler olabileceğini tartışmaya başladılar. İlk etki kısa dönemde önemli gibi görülse de, ülkeler ardı ardına karantina benzeri önlemler anlamaya başlayınca, ihtiyaç düzeyinde önemini kaybetti. Çünkü artık insanlar uzun zamandır hiç yaşamadıkları bir endişenin gölgesinde tüketim alışkanlıklarını sorgulamaya başladılar. Temel kaygı hayatta kalmak için gerekli olan tüketim ihtiyaçlarının neler olabileceğinin tespitiydi. Eğer sorun bu noktada kalsa, belki kapitalizmin sürekliliği açısından yönetilebilir olduğu düşünülebilirdi. Ancak ikinci etki konunun kamu yönetimleri açısından farklı boyutları olduğunun kabul edilmesine yol açmış görünüyordu. Şimdi burada bir parantez açalım ve tarihsel bir değerlendirmeyi konumuza dahil edelim.
            Kapitalizmin dönemsel olarak yaşadığı krizler vardır. Her kriz, yeni sosyal, ekonomik ve küresel bir sistemin hazırlanmasına yol açacak şekilde kartların yeniden dağıtıldığı olaylara vesile olmuştur. 19. Yüzyıl sonunda yaşanan krizin çıkışı, Birinci Dünya Savaşı sonunda yeni bir sistemin kuruluşuydu. Ancak Versay anlaşmasının Almanya'ya dayattığı ağır koşullar ve yeni kurulan düzenin sürdürülebilirliğinin yeteri kadar öngörülememiş olması, 1929'da ABD'de başlayan küresel bir arz krizinin zeminini hazırlamıştı. Kapitalizmin bu büyük krizinin sonrasında İkinci Dünya Savaşı, kartların yeniden dağıtılmasını sağladı. Yeni dağıtılan kartlarda masada eli kuvvetli olan iki ülke vardı. ABD ve Rusya! Bu iki ülke arasındaki güç dengesi, Avrupa'nın uzun dönemde yeni bir güç unsuru olarak küresel kapitalizmin vazgeçilemez bir unsuru olmasının yolunu açmıştır. 1971 yılında Avrupa'nın Breton Woods sisteminden çıkmasının ardından kartların yeniden dağıtılma ihtiyacı ortaya çıkmıştır. 1980'lerle başlayan bu dönem, tüm dünyada neo-liberal politikalar olarak adlandırılan, devletin küçültülmesi ve özelleştirmelere ağırlık verilmesi gibi uygulamalar sayesinde yeni bir küresel işbölümü çerçevesinde küresel bir üretim sistemini doğurmuştur. Bu sistem içerisinde gelişmekte olan ülkelerin işlevi, halklarının refahı pahasına küresel sistemin kendilerine biçtiği rolün ötesine geçememiştir. Son olarak 2008 yılında kendini küresel düzeyde hissettiren kriz ise, artık kartların yeniden dağıtılma zamanın geldiğine işaret etmektedir. Birçok iktisatçı, siyaset bilimci ve diğer bilim insanları benzer biçimde küresel çaplı büyük bir savaşın olabilirliği üzerine yazılar yazmışlar, görüş belirtmişlerdir.  Tarihsel yolculuğumuzu burada bitirirken, günümüz üzerinden değerlendirmelerimize devam edelim.
            Corona virüsünün küresel çapta bir krize dönüşmesinin ardından, gerek sosyal medya gerekse diğer alanlarda, bu krizin kontrollü olarak farklı bir sosyal ve ekonomik düzenin kuruluşuna zemin hazırlamak için kullanıldığı yönünde görüşler dile getirilmiştir. Bu görüşlere yukarıdaki tarihsel bilgiler ışığında ben de kısmen katılmaktayım. Çalışanların sosyal haklarının bilinmezlikler kuyusuna atıldığı bir esnek çalışma düzeni, bunun bir parçası olabilir. Ya da devletin otoriter uygulamalarının meşrulaştırıldığı yeni yönetsel yapıların ortaya çıkmakta olduğunu tartışabiliriz. Ancak burada çok daha farklı bir olguyu tartışmakta fayda vardır. Artık insanlar ihtiyaçlarındaki önceliği, sistemin kendine dayattığı kültürel hegemonya çerçevesinde değil, temel içgüdülerle belirlemeye başlamıştır. Bu durum, şu anda ekonomik alanda tartışılan küresel resesyon endişelerinin de temelini oluşturmaktadır. Bu noktada en önemli sorun, bireylerin yönetimlere katılımının ne kadar mümkün olabildiğidir. Gelecek süreçte baskıcı tek adam yönetimleri için sorgulamaların daha da artacağını ve yeni kurulacak yapılarda katılımın daha fazla önem kazanacağını öngörebiliriz. Elbette bu süreç kısa sürede gerçekleşecek bir olgu olarak algılanmamalıdır. Bu süreçte çok büyük mücadeleler yaşanması da olasıdır. Buna insanlığın ikinci Fransız Devrimi ifadesini kullanmak biraz abartılı olsa da alakasız değildir.  Diğer bir ifadeyle, önceki yazımı bitirirken söylediğim gibi; "Dünya artık aynı dünya olmayacaktır".  Bütün tüketim kalıplarının ve yaşam biçimlerinin sorgulanmasının zamanı gelmiştir. Kaldı ki bu varsayımı destekleyen çok ciddi bir iklim değişikliği olgusuna dair gerçekleri bu konuyla ilgili olarak gündeme getirmiyorum.
            Son olarak "bu konuda ulusal düzeyde neler yapılmalıdır?" sorusunu ele alarak konuyu tamamlamak isterim. Uygulamaları eleştirme sığlığına girmeden bir zihniyeti eleştirmekle yetineceğim. Küresel çapta bu kadar büyük ve etkileri uzun dönemli olabilecek bir krizin eleştirilerinden herhangi bir iktidarın eleştirildiğini algılayan insanlara acıyorum. Ama daha çok halka acıyorum. Çünkü bütün dünya değişirken, köklü dönüşümler tartışılırken, halen kısır iktidar tartışması içerisinde kalan zavallıların bu tutumlarının bedelini uzun dönemde ödeme ihtimali olan unsur, halktır. Ülkede kamu politikasının oluşturulması süreçlerine de girmek isterim ama bu uzun eleştirel konuyu sonraki yazılarıma bırakmak istiyorum.
            Yaşadığımız günler için belki herkese birkaç tavsiyem olabilir. Haddim olmayan bu tavsiyelerim için lütfen beni mazur görün. Yaşadığımız süreç, canları sevmenin ne kadar önemli olduğunu göstermiştir. Dünya, kedisiyle, kuşuyla, balığıyla, ağacıyla güzeldir. Onların hayatına mal olacak şeylerden uzak durun. Benim diye sahiplendiğiniz her şeyin sizin için hiçliğe dönüşmesi an meselesidir. Sevmek, paylaşmak, yaşananlara olumlu bakabilmek, kendini dünyanın merkezi olarak görmemek gerekliliği, artık erdem olmanın ötesinde, hayatın yüzümüze çarptığı geçeklere dönüşmüştür. Bir de adalet, vicdan ve ahde vefa duygunuzu hiç kaybetmeyin ki, her an insan olmanın mutluluğunu yaşayın. Artık ne kadar sürerse...
            Sevgilerimle...