15 Aralık 2021 Çarşamba

 

TÜRKİYE'DE DEMOKRASİ VE SİYASET ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME

     Sevgili dostlar, burada daha önce çeşitli vesilelerle demokrasiden bahsettiğimi hatırlarsınız. Günümüzde demokrasinin "halkın kendini yönetmesi" anlamından "nasıl" sorusunun cevabının arandığı kavramlar setine dönüştüğü bilinen bir gerçektir. Nasıl sorusunun cevabı aynı zamanda demokrasinin tarihsel süreçte algılanma biçimini de değiştirmiş ve geliştirmiştir. Teknolojinin sağladığı imkanlarla birlikte insan hak ve özgürlüklerinin genişlemesi, demokrasiye bütün toplum kesimlerinin siyasete aktif katılımını sağlayan ve gerektiren bir yönetim biçimi olma kimliği kazandırdığını söyleyebiliriz. Bunun yanında demokrasi üzerine yapılan tartışmaların ya sadece demokrasi ya da sadece siyaset perspektifinden yapıldığında genellikle eksik kaldığını da belirtmek gerekir. Nasıl sorusu bu nedenle önemlidir. Katılımın nasıl olacağı sorunsalı aynı zamanda neye olacağını da belirler. Yönetişim kavramıyla birlikte, halkın yönetime katılım mekanizmalarından bahsedilirken, adeta siyasetin kendisine korunaklı bir çerçeve çizdiğini görürüz. Sanki siyaset yapmak belirli ayrıcalıklı bir kesimin işiymiş gibi, "bunun üzerinden siyaset yapmayın", "şunun üzerinden siyaset yapmayın" gibi cahilce ya da bilinçli bir kötülük duygusuyla halk siyasetin dışında tutulmak istenir. Oysa iyi işleyen bir demokrasi için halkın apolitik değil, politik olması gerekmektedir. İşte bugün demokrasiden bahsederken, siyasetle olan bağını da ele alarak, Türkiye'de yakın dönemde yaşananlara farklı bir bakış açısı getirmeye çalışacağım.  

         Demokrasinin ilk örneği olarak kabul edilen "Atina Demokrasisi" kurgulanırken, halkın (oy kullanma hakkına sahip olan kısıtlı kesimin) politik olarak sosyalleşmesinin önemi, kent planlamasına da yansımıştır. Agora denilen alan, sitenin ticaretinin döndüğü, insanların bir araya geldiği, bir şekilde iletişim sağlayarak paylaşımda bulunduğu alanlar olmuştur. Bu yapı politik sosyalleşmeyi sağlamıştır. Roma'da nüfus yoğunluğu ve büyüklük dikkate alındığında, benzer yapının "forum" olarak isimlendirildiğini görüyoruz. Ticaret, toplumun ilişkilerini şekillendiren bir altyapı kurumu olarak ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla tarih boyunca halkın kendi çıkarları doğrultusunda siyasete yön verme isteğinin de başlıca sebebi olagelmiştir. Bütün bu süreçte, toplumsal olan kaçınılmaz olarak siyasi olmuştur. Hatta bazı düşünürler siyasi bağın ailede kurulduğunu iddia etmektedir. Orta çağda burjuvazinin krallık karşısındaki göreli özerk konumunu sağlayan da aynı alt yapısal etkendir. Bu etken aynı zamanda sivil toplum düşüncesinin devlet aygıtından bağımsız bir yapı olarak gelişmesinin de başlıca sebebidir. Ancak şunu vurgulamak gerekir ki; günümüzün çağdaş toplumlarını kökenindeki alt yapısal etkenden dolayı (Hegel'in tanımladığı gibi) burjuva toplumu olarak adlandırmak yanlış olacaktır. Diğer bir ifadeyle, toplumda ticaretin ağırlığı ne kadar olursa olsun, ekonomik alan dışında bir üst yapısal alanın da tarihsel süreçte gelişmiş olduğunu kabul etmemiz gerekir. Aynı alt yapısal alan gibi üst yapısal alanın da siyaset ile yakın bir bağı olduğunu belirtmekte fayda bulunmaktadır.

         Buradan sonra konuyu daha somutlaştırmak ve değerlendirmelerde bulunmak adına Türkiye örneğine geçebiliriz. Türkiye güç mesafesi yüksek olan bir toplumdur. Güç mesafesi, yönetenle yönetilen arasındaki otorite ilişkisiyle kurulan bağın yapısını tanımlayan bir kavramdır. Bu tip toplumlarda statü, yönetsel dizgede çok belirleyici bir rol oynar. Ama Türkiye'de genellikle bunun da ötesine geçilmektedir. Statünün gerektirdiği hiyerarşiye ilave olarak, toplumsal algı ile yaratılan ve adeta görünmez bir güç, statü sahibine bahşedilmektedir (!). Bunun en somut örneğini akademik alanda görmek mümkündür. Bir kişinin bilimsel çalışmaları ile almış olduğu unvanlar, adeta onu yarı tanrı (bazen tam tanrı) konumuna yükseltmektedir. Aslında akademik unvanın tek karşılığı, bir kişinin belirli bir alanda yaptığı çalışmaların, o kişiyi söz konusu alanda akademik bilgiye ve yeterliliğe sahip bir kişi yapmasıdır. Daha fazla algılanan her şey toplumsal statü algısından başka bir şey değildir ve içi boştur. Zaten bunu bilen akademisyenler hiç bir zaman o statünün ardına sığınma gereği duymaz. Entelektüel bir duruşu ve tutumu vardır. Asla egolarına yenik düşmezler. Ancak bilmeyenler, hangi sistemin içerisinde, hangi kurallarla ve hangi amaçla o unvanı aldığını unutur ve o unvan olmadan yaşayamaz hale gelir. Kendi kişiliğine güveni olmadığından kendisini o unvanla tanıtır. Unvan kendisine yönetsel bir görev yüklemese bile, kendisini öğrencilerden, asistanlardan ve daha alt derecedeki unvanlılardan daha üstün görür. Bilgisinin tartışılmasına tahammül edemez, çünkü kendi varlığı bilgisine değil, unvanına bağlıdır ve unvanının zarar görmesinden korkar. Akademi konusunu daha sonra ayrı bir yazıda ele almak üzere burada bırakalım.

         Güç mesafesi yüksek toplumlarda çoğunlukla yönetilenlerin haklarının yönetenler tarafından dikkate alınmasında sorunlar yaşanır. Demokratik değerler açısından sorunun başladığı nokta da burasıdır. Kurumsallaşma sürecini tamamlamış toplumlarda statü sadece toplumsal işbölümünün bir parçası olarak algılanmalıdır. Eğer statü, sahibine yaptığı işten fazlasını veriyorsa bu defa kişi, kendisinin temel hak ve özgürlüklerden başlayarak, her konuda diğer insanlardan daha fazla hak ve özgürlüğe sahip olduğunu düşünmeye başlar. Bu da demokratik değerlerin aşınmasının başlangıcıdır. Örneğin bindiği makam aracının hakkı olduğunu düşünür. Lüks bir lojmanda oturmak da hakkıdır. Bu hakların kendisine sağlanması için kaç insanın hangi haklardan mahrum kalacağı onun sorunu değildir. Bir sonraki aşamada eleştirilere tahammülsüzlük başlar. Kendi konumunu muhafaza etmek için, birçok insanın hak ve özgürlüklerinin kısıtlanmasını savunabilir. Bir anda mevcut siyasal düzenin en sert savunucusu haline de gelebilir. Güç mesafesinin yüksekliği sadece şu durumlarda demokrasi ve demokratik değerler için bir tehdit oluşturmaz; 1. Toplumun eğitim seviyesi yüksek olduğunda, 2. Toplumun gelir seviyesi yüksek olduğunda, 3. Kurumlara (siyasete, hukuka, bürokrasiye) olan güven yüksek olduğunda.

         Türkiye'de üç maddede de saydığımız konularda sorunlar vardır. Bu nedenle de statüler, unvanlar, demokrasinin aşındırılmasına ve toplumsal gerçekliğin çarpıtılmasına sebep olmaktadır. Bunların çözülebilmesinin yolu, toplumun apolitikleştirilmesinden değil, siyasal sorunlara ilgi duymasından, siyasal sorunları konuşmasından, konuşmanın ötesine geçerek örgütlenmesinden ve bu örgütlü yapı içerisinde siyasi mücadele vermesinden geçer. Diğer bir ifadeyle politik sosyalleşmenin sağlanması gerekmektedir. Siyasi mücadele ifadesi, illa bir siyasi partinin lehine fikir savunmak değildir. Örgütlü toplumun siyaset üzerinde baskı unsuru oluşturan her eylemi siyasi bir mücadele biçimidir. Örgütlü sivil toplumun siyaset üzerinde baskı oluşturması, olumsuzluk olarak algılanmamalıdır. Tam tersine, sağlıklı işleyen bir demokraside siyasetçilerin halk tarafından denetimine imkan sağlayan bir olgu olarak görülmelidir.  

         Ancak Türkiye'de kısa zamanda demokratik değerler konusunda bir iyileşme beklenmesi aşırı iyimserlik olacaktır. Bunun temel nedeni demokrasi ile asla bağdaşmayacak bir siyasal sistemin, güç mesafesi yüksek ve içsel sorunlarını çözememiş bir toplumu demokratik değerlerden uzaklaştırmaya devam ediyor olmasıdır. Muhalefet bunu görmüş ve "güçlendirilmiş parlamenter sistem"e geçiş için ortak strateji oluşturma çabalarına girmiştir. Bu önemlidir. Ancak muhalefetin öngördüğü sistemin, 1982 Anayasası ile oluşturulmuş yapıdan çok farklı olmadığı söylenebilir. Dünyada iyi işleyen parlamenter sistemler incelendiğinde, iki meclisli yapılar olduğu görülür. Bu nedenle, yasamanın yürütme üzerinde denetiminin sağlanması adına, 100 adet senatörden oluşan ve siyasi partilerin ülke genelinde aldıkları oy oranına göre, hiç bir baraj olmadan belirlenecek bir senatonun da sisteme eklenmesinde büyük yarar olduğunu düşünüyorum. Aksi halde yasamanın, yürütme boyunduruğuna girmesini engelleyecek somut bir önerinin varlığından söz etmek güç görünmektedir. Yaşanan tecrübeler, sadece bakanların parlamentoya karşı sorumlu olmalarıyla bir parlamentonun güçlü olamayacağını göstermiştir. Kaybedilen uzun yıllar dikkate alındığında, bu ülkenin aynı acı tecrübeleri tekrar deneme yanılma ile öğrenmeye zamanının yetmeyeceğini söyleyebilirim. Unutulmamalıdır ki, halk devletin asli unsurudur. Bu nedenle  siyaset, belirli kişilerin sadece kendilerine bahşedilmiş (!) alanlarda gösterdikleri çabalardan ibaret kalmamalıdır...

         Sevgilerimle...

 

Dr. Özkan LEBLEBİCİ

Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi

ozkanleblebici@gmail.com

8 Aralık 2021 Çarşamba

 

TÜRKİYE'DE EKONOMİ VE SİYASET ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

     Sevgili dostlar, ekonomik durumdaki bozulmayla birlikte, siyasetin ülke gündemindeki ağırlığı azalırken, geçim kaygısı, enflasyon, faiz gibi konuların ağırlığının arttığı günler yaşıyoruz. Ancak gözden kaçırılmaması gereken bir konu var. Eğer siyaset ülke gündeminde gerçekten layık olduğu şekilde yer alsaydı ve tartışılabilseydi ekonomi bu durumda olmazdı. Siyaseti sadece kendi faaliyet alanı olarak gören kerameti kendinden menkul cahil siyasetçileri bir kenara bırakırsak, toplumsal olanın aynı zamanda siyasi olduğunu da bilmemiz gerekir. Elbette burada altyapı-üstyapı ilişkisi bağlamında bir analizden ziyade, güncel ekonomik koşulların siyasetle olan ilişkisini değerlendirmeye çalışacağım. Üniversitede lisans düzeyinde bir dönem "Genel Ekonomi" dersi vermiş olmamın beni ekonomist yapmayacağını bilerek haddimi aşmamaya dikkat ediyorum. Ancak ülkede haddini aşanların yarattıkları sorunları ele alırken, haddimizin sınırlarının sandığımızdan daha geniş olması gerektiğini düşünüyorum. Bu sınırlar, ülkedeki demokrasi anlayışının da bir göstergesidir.

         Öncelikle ülkenin şu anda yaşadığı ekonomik sıkıntıların bugünün sorunu olmadığını vurgulayarak söze başlayalım. 1971 yılında ABD'nin Doların değerinin altın karşılığı belirlenimini kaldırması ve uluslararası bir borç krizinin kapısını açması, Bretton Woods sisteminin sonu olmuştur. Dolardaki süratli değer kaybını petrol krizi takip etmiştir. Gelişmekte olan ülkelerin büyük borç yükü altına girdiği bu dönem, Uluslararası Para Fonu (IMF) açısından bu ülkelere politika ihracı için bir fırsata dönüşmüştür. Bu esnada Şili'de 1973'te Allende'yi deviren diktatör Pinochet önderliğindeki kanlı darbe sonrası, "Şikago Çocukları" olarak bilinen ultra-muhafazakâr iktisatçı grubun oluşturduğu neo-liberal politikalar, uzun bir dönemin ilk örneği olarak tarihte yerini alır. 1980'lerden itibaren dünyaya yayılacak olan özelleştirmeci, piyasalaştırmacı ve uluslararası sermayenin serbest dolaşımını sağlayan politikaların en önemli etkileri, temel ihtiyaçlara erişimde bile zorlanan geniş halk kitleleri yaratmak ve küresel sermayenin serbest dolaşımı ile içi boşaltılan gelişmekte olan ülke ekonomileri olmuştur. Neo-liberal dönemin özellikleri arasında devletin elinde bulunan madenlerin, kaynakların, fabrikaların ve kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi, küresel düzeyde şirket satınalamalar ve doğrudan yatırımlar yoluyla gelişmekte olan ülkelerin sisteme eklemlenmiş çevre ülkeler olarak konumlandırılması gibi bir dizi uygulamaları saymak mümkündür. Devlet yapılarında yaşanan dönüşüm de buna eşlik etmiştir. Devlet artık sadece politika belirleyici olarak konumlandırılmakta, vatandaş kamu hizmeti alan olmaktan çıkıp müşteri olarak tanımlanmaktadır. Kamu yönetimi, şirket yönetimi ile özleştirilmiş, kamu yönetimi kamusuzlaştırılmıştır. Türkiye'de neo-liberal politikaların uygulanmasının yolunu açan gelişme, 1980 askeri darbesi olmuştur. 1980 sonrası olanları sıraladığımızda bugün olanları anlamamız kolaylaşacaktır.

         Darbe ile birlikte parlamenter sistem büyük zarar görmüştür. 1982 Anayasasının en önemli özelliği yasama, yürütme, yargı arasındaki dengenin yürütme lehine bozulmuş olmasıdır. Senatonun kaldırılması, yürütmenin yasama üzerinde göreli üstünlüğünü sağlamış görünmektedir. Yürütmenin daha güçlü kılınmasının görünen gerekçesi, karar alma süreçlerinin hızlandırılması olurken, devlet yönetiminde doğruluk ve isabet, sürat ve eksikliğe feda edilmiştir. Bu dönemde IMF ve Dünya Bankası tarafından verilen kredilerle, sektörlerin düzenlenmesi, kamu hizmetlerinin piyasalaştırılması ve küresel sermayenin önündeki engellerin kaldırılması süreçleri uygulamaya konulmuştur. Reform adı altında sunulan politikalarla idari nitelikte birer kamu hizmeti olan sağlık ve eğitimde piyasalaşma süreci de süratle ilerlemiştir. İş güvencesi aşama aşama aşındırılmış ve sendikasızlaşma sermayenin talepleri doğrultusunda bir politika olarak uygulanmıştır. Kamunun verimsizliği üzerine kurgulanan özelleştirmeler, kamunun olan bütün kaynakları ve üretim araçlarını küresel sermayenin önüne altın tepside sunarken, kamunun kamusal hizmetlere ulaşımı ticarileştirilmiştir.

         Aslında burada anlatılanların her birini uzun uzun anlatmak mümkündür ancak konudan uzaklaşmamak adına tarihsel arka planı burada noktalamayı uygun buluyorum. Pandemi sürecinde gelişmişş ülkelerin tarihte görülmemiş düzeyde parasal genişlemeye gitmesi ile, küresel enflasyonun artış sürecine girdiği bir dönemi yaşıyoruz. Ama Türkiye'de ekonomide faiz, kur ve enflasyon bağlamında yaşananların bundan farklı sebepleri bulunduğunu söyleyebiliriz. Konuyu açmak adına faizin ne olduğundan bahsedelim. Aslında nasıl bir evi kiraya veriyorsanız, paranızı kiraya vermek de bundan farksızdır. Nasıl ki, evinizi kiraya verirken kira miktarını belirleyen birçok etken varsa, parayı kiraya verdiğinizde söz konusu olan faizi de belirleyen birçok etken vardır. Küresel sisteme eklemlenmiş bir ekonomi açısından faizin belirlenmesinde küresel gelişmeler önemlidir ancak temel belirleyici, sizin ekonominizin yapısıdır. Devletler borçlanma amacıyla tahvil çıkarırlar ve borçlanabilmek için tahvillere belirli oranda faiz vermek zorundadırlar. Her ülkenin küresel piyasalarda belirlenen ve ülke ekonomisinin güvenilirliğine dayanan CDS puanları vardır. Ülkenin kredi riskini gösteren CDS ne kadar yüksekse, ülkenin borçlanma durumunda ödeyeceği faiz de o oranda yükselir. CDS puanının yükselmesi, ülkenin karşı karşıya olduğu risklerin fazlalığı ile orantılıdır. Yani riskleriniz ne kadar düşükse, CDS puanınız düşük ve borçlanma faiziniz düşük olacaktır. Sermaye piyasalarında belirlenen CDS puanlarının tamamen manipülasyona açık olduğunu söylemek mümkün değildir. CDS aynı zamanda ülkenin ne kadar iyi/kötü yönetildiğine bağlı olarak değerlenir. 8 Aralık 2021 tarihli 5 yıllık CDS puanlarına bakıldığında Türkiye 533, Polonya 54, Almanya 8,90, Fransa 21, İngiltere 10, İspanya 34, İtalya 86, Brezilya 231 olarak görünmektedir[i] (Aşağıdaki linkten güncel olarak takip edilebilir). Asıl meseleye gelecek olursak, bir ülkede politika faizini siyasi bir kararla düşürmek, tahvil faizlerinin düşmesi anlamına gelmemektedir. "Halkımı faize ezdirmeyeceğim" diyen bir liderin yapması gereken, ülkenin iyi yönetilmesini sağlayarak CDS puanını düşürmek ve tahvil faizlerinin düşmesini sağlamaktır. Çünkü halkın üzerinde yük olan faiz, politika faizi değil tahvil faizidir (yani borçlanma faizidir). Bunu da siyasi kararla düşürmek imkansızdır. O halde bu söylemin sadece bir siyasi söylem olduğu ve halkı yanlış bilgilendirmek anlamına geldiği açıktır. Halkın bankalardan çeleceği kredi faizi için bu faiz oranını uygulamak bankaları zarara sokacağından, özel bankalar bu oranlarla kredi vermemekte, kamu bankaları ise kamu zararı pahasına talimatla kredi vermektedir. Kamu zararı ise, halkın sırtına binen borç yükü demektir.

         Elbette politika faizini siyasi bir kararla düşürmenin öneminin olmadığını söylemiyorum. Yapılan bu eylemin birçok sonucu olacaktır. Ülkenin CDS puanı yükselecek, döviz kurları artacak, ülkenin borçlarının yerel para birimi karşılığı artacak, tahvil faizleri artacak, kişi başına milli gelirin döviz cinsinden karşılığı azalacak, halkın üzerindeki borç yükü artacak ve halk fakirleşecektir. Bunlar benim varsayımlarım değil, ekonomi biliminin somut gerçekleridir. Bunların halka farklı şekilde aktarılması ise, siyaset biliminin etik değerlerle açıklayabileceği bir yaklaşım değildir. Bugün yaşananların tarihsel kökenini bilmek durumu iyileştirmese de, belki bugünler geçtikten sonra sorumlu bir vatandaş olarak ülkede olan bitenleri daha iyi anlamaya çalışabiliriz. Ya da önümüze konan ekmeği yerken, ertesi gün de aç kalmamayı umarak halimize şükrederiz. Her halk layık olduğu şekilde yönetilir, layık olduğu şekilde ağlar, layık olduğu şekilde güler...

         Sevgilerimle

 

Dr. Özkan LEBLEBİCİ

Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi

ozkanleblebici@gmail.com



[i] http://www.worldgovernmentbonds.com/sovereign-cds/

21 Kasım 2021 Pazar

 

TÜRKİYE'DE SİYASET VE TERCİHLER ÜZERİNE DÜŞÜNCELER-2

     Sevgili dostlar, önceki yazımda bireylerin siyasi tercihlerindeki sorunun aslında birey siyasi tercihini ortaya koymadan önce başladığını ve bu sorunun toplumsal ahlak sorunu olduğunu anlatmaya çalıştım. Şimdi aynı konunun bir başka boyutunu sizlere sunmaya çalışacağım. Toplumsal ahlak, kurumsallaşmasını ileri boyuta taşımış toplumlarda normlarla desteklenir. Diğer bir ifadeyle toplumsal ahlak, normların oluşumuna kaynaklık ederken, aynı zamanda normlar tarafından da desteklenir. Dolayısıyla toplumsal ahlak ile toplumsal düzeni sağlayan normlar arasında bir tutarlılık olması beklenir. Aslında konu biraz doğal hukuk tartışmalarının konusu gibi görünse de, burada hukukun oluşumundan ziyade, toplumsal ahlak ile normlar arasındaki tutarlılık ya da tutarsızlık konusuna odaklanmak istiyorum. İki kavram arasındaki tutarlılık siyasal iktidarları normlara uygun davranmaya zorlarken, tutarsızlık daha keyfi davranmaya uygun ortam yaratacaktır.

         Daha önceki yazılarımda ele aldığım hukuk devleti kavramının genel gerekleri siyasal iktidarı normlara uygun hareket etmek konusunda sınırlar. Bu sınırlama siyasal iktidar üzerinde; 1. Yasamanın denetimi, 2. Yargısal denetim, 3. Toplumsal denetim şeklinde kendini gösterir. Toplumsal denetim, çok boyutlu ve görünürde yaptırımı olmayan bir denetim türüdür. Toplumsal denetimin bir yanını sivil toplum oluşturur. Sivil toplumun siyasal iktidarın uygulamaları üzerindeki görüşleri, bir kaç yolla denetime dönüşür. Örgütlü sivil toplumun görüşleri, yazılı, eylemsel ve katılım mekanizmaları yoluyla kamuoyunun oluşmasını sağlar. Kamuoyu da siyasal iktidarları normlara uymaya zorlar. Bunun yanında seçimler denetim sadece görünen yüzüdür. Oysa kamuoyu denetimi sadece seçimlerle gerçekleşen bir denetim değil, sürekli bir denetimdir. Toplumsal denetimin bir diğer boyutu ise, kurumlar tarafından oluşturulur. Örneğin sağlıkla ilgili bir konuda yapılacak düzenleme konusunda Anayasal bir kurum olan Türk Tabipler Birliği görüşlerini kamuoyuna sunar. Hukuk alanında yapılacak bir düzenleme hakkında bilimsel görüşü dile getirmek, üniversitelerin hukuk fakültelerinin hem görevi hem de sorumluluğudur. Şimdi gelelim denetimin etkin olmaması durumunda yaşanabilecek tehlikelere. Siyasal iktidarın kendini hukukla sınırlı görmediği durumda neler olabilir?        

         Kendisini hukukla sınırlı görmemesi için, siyasal iktidarda iki konuda özgüven oluşması gerekir. Bunlardan biri, yasama ve yargı denetiminin olması gerektiği gibi işlememesidir. Bütün siyasal iktidarlar, politikalarını uygularken az ya da çok hukukun sınırlayıcılığından şikayet eder. Ancak şikayet etmenin ötesine geçip, yasama ve yargıyı dönüştürme çabasına giren bir siyasal iktidar, bu denetimin işlemesini de engellemiş olur. Siyasal iktidarda özgüven oluşturan diğer unsur ise, kamuoyunun tepkisizliği ve/veya desteğidir. Bu özgüven aynı zamanda diğer denetim mekanizmalarını dönüştürme çabasına girişen siyasal iktidarın hukuksuz uygulamalarının pervasızca sürmesini de sağlar. Siyasal iktidar gittikçe hukuktan uzaklaşır ve baskı aygıtına dönüşmeye başlar. Toplumda karşıtlıklar yaratarak kendisine yönelen eleştirilerin karşısına yine toplumun diğer bir kesimini koyar. Böylece kamuoyu denetiminden kaçmış olur. Siyasal iktidarın hegemonyasını kurması ile birlikte seçimlerde toplumun gerçek görüşlerinin sandığa yansıması neredeyse imkansız hale gelir. Dönüştürülmüş medya, sermaye, sivil toplum ve kurumlar bu hegemonyanın kullanışlı araçlarıdır. Kendisini sınırlayan hukuku hukuksuz kanunlarla etrafından dolaşmaya başlayan siyasal iktidar giderek (hukuka uymayan) büyük bir suç mekanizmasına dönüşür ve kaybolan meşruiyeti sorgulayacak hiç bir mekanizma kalmadığından devlet, en temel işlevlerinin bile uygun şekilde yerine getirilmediği bir parti devletine dönüşür. İnanç temelli örgütler ve/veya sermaye bir hukuk devletinde asla elde edemeyecekleri siyasal güce kavuşur. Politikalar belirli çıkar gruplarının isteklerine göre şekillenir ve devlet adeta üzerine musallat olan asalaklar tarafından zayıf düşürülmüş bir canlı gibi işlevsizleşir. Buraya kadar çizilen tablonun iç açıcı olmadığının farkındayım. Şimdi gelelim, temelde bu dönüşümün nasıl başladığına.

         Yukarıda belirttiğim gibi, toplumsal ahlak ile normlar arasındaki uyumsuzluk bütün dönüşümü başlatan temel etken olmuştur. Biraz daha açacak olursak, bireylerin kendi çıkarlarını diğer canlıların/insanların yaşam hakkından bile üstün görebildiği, empati ve vefa duygularından yoksun, bencil yaratıklara dönüştüğü bir yapıda normlarla toplumsal ahlak arasında kapatılması çok zor bir uçurum oluşmuştur. Sevgi ve saygı gibi en insani duyguların bile parasal beklentiler üzerine oturtulduğu bu aşağılık toplumsal ahlak anlayışında, zarar gören canlılara karşı kayıtsızlık ve duyarsızlık gelişir. Örneğin bir yangında ölen canlılar, maddi değerleri üzerinden tanımlanabilir. Aşk gibi çok yüce bir duygu bile maddi beklentilerin üzerine oturtulup değersizleştirilebilir. Sahiplik üzerine bir dünya kurulmuştur. Kendinden bağımsız olan gerçekliğin reddedildiği ikiyüzlü bir pazarlık başlar toplumla birey arasında. Nazım Hikmet'in bir şiirinde bahsettiği gibi, "kedileri sever ama sadece kendininkileri". "Çok şükür ben geçiniyorum" der ama toplumun genelinde yaşanan sefalete kayıtsız kalır. İflas eden esnaf, sanayici ve çiftçi onun için sadece bir haberden ibarettir. Haklarını arayanların haklı eylemleri onu ilgilendirmez. Asla empati kuramaz. Hatta hak aramak, kurulu düzenin bozulmasına yol açacak istenmeyen bir eylemdir. Kışlalı bu tip bireyleri "otoriter kişilik" başlığı altında toplamıştır. Düzene tam uyum söz konusudur ve düzenin sürmesi kendi kişiliklerinin sürmesi anlamına gelir. Halk, olaylar arasındaki nedensellik bağını kuramayacak kadar politik sosyalleşmeden uzak bırakılmıştır. Siyasal iktidar, her yaşanan ve yönetsel sorumluluk içeren olumsuzluk karşısında, "bu olayın siyasete konu yapılmaması" gerektiğini savunur. Aslında tam da toplumsal içerik taşıyan bütün olguların siyasetin konusu olması gerekirken, vatandaş, nedensellik bağından koparılmakta ve kamuoyunun ya parçalı oluşumu, ya da hükümetin istediği yönde oluşumu sağlanmaktadır. Toplumsal ahlakla normlar arasındaki uçurum derinleştikçe, vatandaş sorumluluğu ortadan kalkar. Bencillik o düzeydedir ki, kişi konfor alanının bozulmasını hiç bir şekilde istemez. Neredeyse vicdanını kendisine sorgulatanlara bile düşman olur. Elbette burada Kışlalı'nın da ele aldığı ideolojik bakış açısının bireyin dünyayı algılama şeklini belirlediğini ve toplumsal ahlakın oluşumunda çok önemli etkisi olduğunu da kabul etmek gerekir. Ancak çok kapsamlı olan bu konu, bu yazının konusunun dolaylı çerçevesi içinde ele alınabilir. Siyasal tutumların oluşumu, birçok etkene bağlıdır. Toplumsal ahlakın genel çerçevesi içerisinde değerlendirdiğimizde, sağlıksız bir yapıdan sağlıklı bir tutum çıkmayacağını öngörmek çok da zor değildir.

         Kışlalı, "Siyasal tutumların değişebilmesi için, ya koşulların, ya da o koşullara yönelik bakış açılarının değişmesi genellikle gerekir."[i] ifadesini kullanmaktadır. Burada eğitimin önemi çok belirgindir. Bu nedenle eğitim politikalarının sorgulayan, neden sonuç ilişkisi kurabilen, vicdanlı, toplumsal duyarlılığa sahip bireyler yetiştirmesi beklenir. Ancak yukarıda belirttiğimiz gibi bir siyasal iktidarın bu sonuçları isteyeceğini düşünmek iyimserlik olur. Yine bir önceki yazımda belirttiğim gibi, siyasi ahlakı olgunlaştıracak kurumsal bir yapı tesis edilmeden, eğitim politikalarının toplumsal ahlakı geliştirici ve onarıcı şekilde dönüştürülmesi mümkün görünmemektedir. Elbette eğitim politikalarında bir dönüşümün toplumsal ahlakı normlarla tutarlı bir yapıya dönüştürmesi, bir kaç yılda gerçekleşebilecek bir durum değildir. Ama hegemonyanın yarattığı aciz, bencil, çıkarcı, sorumsuz insan tipolojisinin gelecek nesilleri mahvetmesi ihtimali göz önüne alınarak, mümkün olabilen en kısa zamanda siyasi ahlakı oluşturacak hukuksal ve kurumsal altyapı oluşturulmalıdır. Bu çabanın itici gücü, ülkesini, dünyayı, canlıları seven, ahde vefa ve vicdan duygusu gelişmiş vatandaşlar olacaktır, olmalıdır...

         Sevgilerimle...

 

Dr. Özkan LEBLEBİCİ

Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi

ozkanleblebici@gmail.com



[i] Ahmet Taner Kışlalı, Siyaset Bilimi, Ankara Üniversitesi Basın Yayın YO Yayınları No:9, Ankara, 1987, s. 123.

19 Kasım 2021 Cuma

 TÜRKİYE'DE SİYASET VE TERCİHLER ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

     Sevgili dostlar, ülkemiz ekonomik olarak oldukça sıkıntılı bir dönemden geçiyor. Alım gücünün düşüşü, ekonominin kısa zamanda toparlanma ihtimalini azaltırken, bu ortamda bilim insanlarının uyarı ve hatırlatmaları, siyasetin labirentinde yankılanarak yok oluyor. Yaşananları tek noktadan/tek noktaya bakarak değerlendirmek bize gerçekliğin belki de bütün içerisinde çok da anlamlı olmayan bir görüntüsünü vermekten daha uzağa gidemez. Bu nedenle olan biteni daha geniş bir bakış açısıyla değerlendirmeye çalışmak, gerçeğe ulaşma yolculuğumuzu daha anlamlı kılabilir. Fragmansal olarak baktığımızda, bugün yaşanan olumsuzlukları siyasi iktidarla bağlantılandırmak mümkündür. Burada siyasi iktidarın politika tercihleri ve kişiler bağlamında değerlendirilmesi farklı siyasi görüşler açısından ele alınabilir. Bir üst boyutta siyasi iktidarın içinde bulunduğu siyasi sistem değerlendirilebilir ve bu sistemin işleyişi üzerine siyasi görüşlerden bağımsız daha tutarlı tartışma imkânı doğabilir. Siyasi sistemle bağlantılı ve ondan daha önemli olan bir diğer boyut ise, halkın siyasi tercihleri ve bunların oluşması üzerindeki etkenlerin sosyolojik, psikolojik, ekonomik bir analizinin yapılmasıdır ki, bu konu siyasi boyutta tartışılamayacak kadar teknik ve bilim insanlarının bilimsel verilerle değerlendirmesi gereken bir alandır. Önceki yazılarımda sistem üzerine kapsamlı olmasa da değerlendirmelerde bulundum. Bu konuda yapılacak kapsamlı bir değerlendirmeyi daha sonra ele almak üzere bırakıp, siyasi tercihler üzerine bir değerlendirme yapmak istiyorum.

         Siyasi tercihler üzerine yapılacak bir değerlendirmede, değerli bilim insanımız Ahmet Taner Kışlalı'nın "Siyaset Bilimi" kitabını incelemeden yapılacak her değerlendirme eksik kalacaktır. Kışlalı, kitabının yaklaşık olarak yarısını (diğer siyaset bilimi kitaplarından farklı olarak) siyasi tercihlerin oluşumuna etki eden unsurlara ayırmıştır. Bu tercihinin siyaset bilimi öğrencileri için ne kadar doğru olduğunu, günümüzde yaşadıklarımızdan sonra bir kez daha anlıyorum. Özellikle bireyin siyasi tercihlerinin oluşması konusundaki "birey" bölümü altı çizilerek tekrar tekrar okunması gereken bir bölüm. Günümüzün siyasi tartışmalarının bir çoğunun anlaşılması için gerekli ipuçlarını bu bölümde bulmak mümkün.

         Bireyin siyasetle olan bağının kurulması ve gelişmesi konusunda öne çıkan kavram, "siyasal toplumsallaşma" oluyor. Siyasal toplumsallaşma, "toplumsal-siyasal çevre ile birey arasında yaşam boyu süren dolaylı ve doğrudan etkileşim sonucunda, bireyin siyasal sistemle ilgili görüş, davranış, tutum ve değerlerinin gelişmesi"[i] olarak açıklanıyor. Genellikle aileden başlayan siyasal toplumsallaşma sonucunda oluşan siyasi tutumlar kolay değişmeyen, bilgiden çok inanç temelli ve aidiyet üzerinden yürüyen bir kavram olarak kendini gösteriyor. Ailenin etkisinin az olduğu durumlarda çocuğun daha çok eğitim süreci içerisinde siyasi tutumunu şekillendirdiğini söylemek mümkündür. Kısaca ifade etmek gerekirse, siyasi tutumların şekillenmesinde çevrenin etkisi oldukça fazladır. Buna kişinin değerler sisteminin oluşumunu da eklersek yanlış olmayacaktır.

         Burada Kışlalı'nın kitabını meraklılarına okumaları dileğiyle bırakıp değerler sistemi üzerinde durmak istiyorum. Psikolojinin değerli ismi Doğan Cüceloğlu, hastalıklı bir ortamda insanın sağlıklı kalabilmesinin çok zor, hatta imkansız olduğunu anlatırdı. Buradan hareketle bir toplumdaki bütün kurumların ancak toplumun sağlığı kadar sağlıklı olabileceğini düşünmek de mümkündür. Yani sağlıklı bir bireyin hastalıklı bir toplumda sağlıklı kalabilmesi, toplumsal yaşamda ilişkide olduğu/olmak zorunda kaldığı bireyler ve kurumlar açısından bakıldığında mümkün görünmemektedir. Bireyin değerler sistemi ile toplumsal yapı arasındaki uyumsuzluk, birey açısından iki alternatif doğurur; ya birey kendi değerler sistemini esnetir ve topluma uyar, ya da kendisini toplumdan soyutlar ve yalnızlaşır. Burada ahlak kavramı önem kazanır. Bireyin değerlerinin toplumsallaşması önemlidir. Bu toplumsallaşma ilk olarak ailede başlar.

         Hegel, bireysel ahlakın toplumsallaşmasını üç aşamada açıklar; aile, sivil toplum ve devlet. Aile bireylerinin aile karşısında bağımsızlığının gelişmesi ile sivil toplum ortaya çıkar. Her ne kadar Hegel burada devleti toplumsallaşmış ahlakın en ileri aşaması olarak görse de, bu tarz bir idealizmin tartışmalı olduğunu söyleyebiliriz. Burada asıl ifade etmek istediğim konu, ahlakın bireyin değerler sisteminden toplumsal boyuta taşınmasında toplumla birey arasındaki etkileşimin dikkate alınması gerekliliğidir. Bu etkileşim toplumsal düzeyde normlara dönüşme potansiyeli taşıdığı için, birey kendi değerler sistemini sadece sınırlı bir çevrede ve sınırlı bir süre muhafaza edebilir. Sonuçta birey ya kendi değerlerlini toplumsal değerlere uydurmanın bir yolunu bulacaktır, ya da  yalnızlaşacaktır. Ancak normlara dönüşen toplumsal değerler bireye bu yalnızlığı da tamamen bağımsız yaşama şansı vermez.   

         Değerler sisteminden bahsederken, sistemin birbiriyle tutarlı ve bağlantı içerisinde olan parçalardan oluşan bir bütün olduğunu hatırlamamız gerekir. Bireyin kendi değerler sistemi içerisinde bu tutarlılık yoksa, toplumsal değerler sistemi karşısında bireyin parçalanmasına tanık oluruz. Kendi çıkarları söz konusu olduğunda değerlerin başkalaşmasını anakronik biçimde savunma çabasına giren bireyler, siyasal sistemin hegemonyası karşısında kendi değerler setinin sadece kendi çıkarlarını ilgilendiren kısmını savunabilir. Bu büyük bir kırılmadır. Siyasal tercihlerde artık değerlerden ziyade, kişisel çıkarlar öne çıkar. Bu aynı zamanda bireyin değerler sisteminin çöküşüdür. Değerler sistemi çöken birey, toplumsal yapı içerisinde silikleşir ve artık bir birey olarak varlığının çok fazla önemi kalmaz. Burada Şimdi konuyu biraz daha somutlaştırarak açıklamaya çalışalım.

         Genel olarak hemen herkes, toplumda haksız kazançlardan ve toprak rantından kaynaklı haksız zenginleşmeden rahatsızdır. Ama bu kişilere bir ay içerisinde parasını iki katına çıkaracak bir öneride bulunduğunuzda bunun ahlaki boyutunu sorgulayıp, kendi değerleri ile çelişmemek adına bu öneriyi reddedecek çok az kişi bulunabilir. Birey toplumda hayvansever bir kişi olarak tanınabilir ama hayvanları ticari bir meta gibi pazarlamayı kendi değerleri açısından sorunlu görmez. Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Yani birey kendi çıkarları için toplumsal faydayı görmezden gelebilir ve bunu savunmak için kendi değerlerini yeniden tanımlama gayretine girişebilir. Elbette bireydeki bu ahlak erozyonu, siyaset tarafından kolaylıkla maniple edilebilir. Diğer bir ifadeyle konuyu sadece makarna, kömüre kendisini satmak olarak değerlendirmek, toplumsal ahlakın çöküşünü hafife almakla eşdeğerdir.    

         Aileden başlayarak bireyin siyasi tercihlerini etkileyen birçok unsur bulunmaktadır. Bu unsurların hepsinin üzerinde toplumsal ahlak çok öne çıkmaktadır. Toplumsal ahlakı maniple ederek iktidarının devamını düşünen bir siyasal iktidarın uzun dönemde durumu iyileştirecek bir politika izlemesini beklemek, bir bataklıkta çaresiz durumda karşı karşıya kaldığınız timsahın insafa gelmesini beklemekten farksızdır. Sorunun çözümü, birinci aşamada siyasi ahlak yasası çıkararak siyaset kurumunun öncelikle normlarla belirlenmiş ve sınırlanmış bir çevrede hareket etmesini sağlamakla, ikinci ve daha uzun vadede eğitim politikaları üzerinden toplumsal ahlakın iyileştirilmesiyle mümkün olabilir. Elbette bütün bunların altyapısal politikalarla desteklenmesi gerekmektedir. Aslında bu yazımda çok daha sert ve eleştirel bir yazı yazmak istiyordum. Ülke göz göre göre bir kaosa doğru sürüklenirken, sorumluların eleştirisini en üst perdeden haykırmak istiyordum. Sonra etrafıma baktım ve kendi kendime "masum değiliz hiçbirimiz" dedim. Yani bu toplumun siyasi tercih sorunundan önce çok büyük ölçüde ahlak sorunu var. Elbette ahlak sorunu derken her türlü ahlaksızlığı hak görüp ahlakı uçkura indirgeyen ahlaksızlar açısından bunun nasıl anlaşılacağı umurumda bile değil. Siz dünyayı parayla algıladıkça parayı veren düdüğü çalacaktır...

                  Sevgilerimle...

 

Dr. Özkan LEBLEBİCİ

Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi

ozkanleblebici@gmail.com



i Ahmet Taner Kışlalı, Siyaset Bilimi, Ankara Üniversitesi Basın Yayın YO Yayınları No:9, Ankara, 1987, s. 100.

6 Kasım 2021 Cumartesi

 TÜRKİYE ÜZERİNE GÜNCEL SİYASİ DEĞERLENDİRMELER

     Sevgili dostlar, ülke gündeminin girdabında bir çok yapmak istediğimizi gerçekleştiremeden zamanın hızlı akışını algıladığımızda şaşkınlık yaşayabiliyoruz. Uzunca bir süre bu girdaba kendimi kaptırdığımı ve yazı yazmaktan uzaklaştığımı hissettiğimde yaşadığım şaşkınlık böyle bir şeydi. Ülkemiz siyasi olarak oldukça yoğun ve gerilimli günlerden geçiyor. İnsanların bir çoğunda bulunan olan biteni anlama çabası, kısır ve zihinsel derinliği olmayan tartışmalar arasında kaybolup gidiyor. Burada öncelikle sorgulanması gereken, yetersiz enformasyondur. Demokrasinin en önemli koşullarından biri, alternatif enformasyon olarak bilinir. Yani demokratik bir rejimde vatandaşlar çok çeşitli kanallardan farklı bilgi ve yorumlara ulaşabilmelidir. Halk egemenliğinin temeli olan demokrasinin etkin biçimde işleyebilmesi için vatandaşın olan biten hakkında doğru ve çeşitli kanallardan bilgi sahibi olması, bu bilgileri yorumlayabilmesi ve karar mekanizmalarında katılımının mümkün olması gerekmektedir. Eksik bilgi, yanlış yorum ve yetersiz katılım, siyasetin güç alanını genişletirken vatandaşın hareket alanını da daraltıcı etki yapabilmektedir. Böyle bir durumda hukuk devleti olmanın sonucu olarak normlarla hareket alanı sınırlanmış bir siyasi iktidar, bu alanı daha fazla genişletmek için mücadeleye girişebilmekte ve hukuk devletinin temel ilkeleri zedelenebilmektedir. Sonuçta Anayasa ile güvence altına alınmış temel hak ve özgülükler aşındırılmakta ve halkın kendi kendini yönetmesi, "sadece izin verildiği kadar" mümkün olabilmektedir.

         Öncelikle sağ ve sol kavramlarının siyaseten ne ifade ettiği üzerinde durmakta fayda vardır. 1789 Fransız Devrimi sonrası Parlamento başkanının sağında oturanlar, siyaseten monarşi yanlısı ve dinin toplumsal yaşamdaki etkin varlığını savunanlardan oluşuyordu. Bu yıllardan itibaren kullanıla gelen sağ kavramı zaman içerisinde muhafazakarlık, liberallik, milliyetçilik ve Hıristiyan demokratlık gibi görüşleri de içeren geniş bir anlam yelpazesini ifade eder hale gelmiştir. Burada milliyetçilikle ilgili bir parantez açmak gerekebilir. Günümüzde anladığımız anlamdaki milliyetçilik 17. Yüzyılda ulus devletlerin ortaya çıkışıyla anlam kazanmış bir kavramdır. Sağ kavramı gibi oturma düzeninden adını alan sol kavramı ise, özgürlük yanlısı halkçıları tanımlamakta kullanılan bir kavram olarak ortaya çıkmıştır. Özellikle 19. Yüzyılda yaşanan fikir akımlarının da etkisi ile, eşitlikçi, özgürlükçü ve emekten yana tutum takınan siyasi bir duruşu ifade etmekte kullanılagelmiştir. Gerek sağ, gerek sol olsun merkezden aşırı uçlara kadar uzanan çok geniş bir yelpazede ele alınabilmektedir. Ancak 20. Yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıkan yeni sağ kavramının toplumun geniş kesimlerinde yarattığı memnuniyetsizlik, gelir adaletsizliği ve sermaye yanlısı politikaları meşrulaştırıcı işlevi sonrasında, özellikle 2000'li yıllarla birlikte, sağ siyasetin solun savunduğu kavramlara yaklaşmaya başladığı gözlenmektedir. Ancak her ne kadar bu kavramları savunmaya başlamış görünse de sağ ideoloji için eşitlik, emek ve sınıfsal mücadele kavramları eklektik görünmektedir. Yani ait olmadığı bir kavram setine yamanmış gibi durmaktadır. Yine de sağ ve sol arasındaki mesafenin merkeze yaklaştıkça silikleştiği bir dönem başlamış görünmektedir. Elbette burada yaptığımız tanımlamalar, siyasi ahlaktan yoksun maskeli siyasi iktidarlar için geçerli değildir. Siyasi tercihler değişebilir ancak ahlaksızlık, yolsuzluk gibi çürümeler birer siyasi tercih olarak görülemez.

         Türkiye'de kendisini net olarak sağda konumlandıran AKP, 2002 Kasım seçimlerinden bugüne kadar iktidardadır. İktidarının ilk yıllarında liberal değerleri sahiplenmiş görünse de geçen zamanla farklı dini cemaatlerle birlikte hareket ettiği görüşü yaygın olarak toplumda zemin bulmaktadır. Hatta Cumhuriyet'in Anayasada yazılı nitelikleriyle çoğu kez kavga halinde görüntü vermesi, AKP'nin bir tarikatlar koalisyonu olduğu görüşünü güçlendirmektedir. Siyasi iktidarlar, toplumun çeşitli kesimleriyle irtibat kurabilir, onların hoşuna gidecek uygulamalara yönelebilir. Bu durum siyasetin doğasında vardır. Ancak iş, Anayasal dayanakların aşındırılmasına geldiğinde sorun sadece bir politika tercihi olmaktan öteye geçer. Çünkü siyasal iktidarların halktan aldığı yetki, koşulsuz ve sınırsız bir yetki değildir. Bu nedenle hukuk devletlerinde kuvvetlerin denge-fren mekanizmaları ile birbirinden ayrı ve uyum içinde hareket etmesi beklenir. AKP iktidarının rejim değişikliği ile birlikte varlığını sürdürmeye devam etmesi, kendisini merkezden uzak sağda tanımlayan bir başka siyasi parti ile mümkün olmuştur. MHP'nin bu anlamda AKP ile kurduğu ve "Cumhur İttifakı" olarak tanımlanan yapı, demokratik değerlerden, hukuk devleti ilkelerinden uzaklaşan bir rejimi beslemeye, savunmaya ve kullanmaya başlamıştır. Aslında bu durum çok da sürpriz değildir. Çünkü Anayasa değişikliği ile tesis edilen yeni rejimin demokrasinin en önemli unsuru olan kuvvetler ayrılığını ortadan kaldırmaya elverişli bir ortam yarattığı çok açıktır. Seçmen açısından bakıldığında, ekonomik değişkenlerdeki olumsuzluklar arttıkça siyasi iktidarı oluşturan partilerin oy oranlarında erime dikkat çekici boyutlardadır. Ancak bireysel hak ve özgürlüklerdeki kısıtlamaların halkta aynı oranda etki yaratmaması, sorgulanması gereken bir konudur. Bunun birkaç nedeni olabilir; 1. Seçmen kitlesinin eğitim düzeyinin sorunları yorumlamaya yeterli düzeyde olmaması, 2. Seçmen kitlesinin demokrasinin önemli koşullarından biri olan alternatif enformasyondan mahrum olması ve bilgi sahibi olamaması, 3. İnanç ve ideoloji düzlemindeki aidiyet duygusunun çok güçlü olması, 4. Ekonomik olarak düşük düzeydeki seçmen kitlesinin önceliğinin temel ihtiyaçların karşılanmasıyla sınırlı olması. Bu sebeplerden bir ya da bir kaçı geçerli olabilir.

         Dış politikada yaşanan olumsuz gelişmelere paralel olarak ekonomik olumsuzlukların da artışı, ülkeyi gün geçtikçe yönetilmesi daha zor bir kriz ortamına sürüklüyor görünmektedir.  Özellikle son dönemde gündeme gelen bir tartışma konusu, ittifakın küçük ama etkili bileşeni olan MHP'nin olası bir çöküşün sorumluluğunu üzerinden atmak isteyerek ittifakı bozup ülkeyi erken seçime götürebilecek bir yola girmesi ihtimalidir. Gerçek anlamda iktidarın bir parçası olmadan iktidarın sağladığı olanaklardan faydalanan MHP'nin böyle bir yola girip girmeyeceği tartışılsa da, ben burada Türk siyaseti açısından daha farklı bir soruyu gündeme getirmek istiyorum. Varsayalım MHP böyle bir yola girdi. Bu durumda muhalefetin seçmen tabanındaki ve partilerindeki reaksiyon ne olabilir? İttifak içerisindeki varlığı ile birlikte oy oranı günden güne eriyen bir MHP, yeniden kendisinden kopan seçmen için umut olabilir mi? Bu soruya iki açıdan bakmak istiyorum. Birinci olarak, "bir an önce erken seçim olsun ama nasıl olursa olsun" biçiminde siyasi derinlikten yoksun bir bakış açısı ile MHP'nin kurtarıcı gibi görünüp kaybettiği seçmeni kazanma ihtimalinin muhalefet kanadında mutlaka dikkate alınması gerekmektedir. Çünkü siyasi değerlendirme konusunda gelişmiş bir demokrasinin ihtiyaç duyduğu vatandaş profilinden uzak bir seçmen kitlesinin varlığı, akılcı olmaktan çok duygusal davranışları toplumsal bir tepkiye dönüştürebilir. İkinci olarak, muhalefet bloğunun ilkesel olarak böyle bir durumda MHP'ye karşı ne tutum takınacağının belirli olması gerekliliğidir. Sorunu oluşturan düşünce tarzıyla sorun çözülemez. Muhalefet açısından siyasi tutarlılık ve ilkesel bir duruşun sergilenmesi, muhalefet bloğundan iktidar bloğuna oy geçişkenliğini azaltabilecektir. Siyasi gündemin süratle değişebildiği ülkemizde, bu konu bir süre daha gündemde kalabilir. Ancak temeldeki sorunlar çözülmedikçe, siyasetin umut üretme kapasitesinde sürpriz bir artış beklenmemelidir.  

         Dünyada teknolojinin gelişmesi, vatandaşların özgürlük alanını daraltıyor görünse de, çeşitli ülkelerde kullanılmaya başlanan e-demokrasi uygulamaları, vatandaş katılımını arttırarak siyasetin bilinen alanının değişmesine ve daralmasına neden olmaktadır. Bu durumda siyasetin kişisel çıkarların korunduğu bir alan olmaktan çıkıp, daha çok kamusal çıkarlara hizmet ettiği ve bu hizmetin de normlarla belirlenen alanının gün geçtikçe daha çok daraldığını düşünüyorum. Parlamenter sistemler bu konuda halkın daha fazla yönetime katılma kapasitesini artırma potansiyeline sahip görünmektedir. Bu anlamda muhalefet partilerinin bir kısmının "güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçiş" konusunda ilke bazında uzlaşmış olmasını değerli ve önemli buluyorum. Ama bütün bunlar olurken siyasetin yapılış tarzından da uzak kalmamalıyız. Ekonomik refahı yetersiz, alternatif enformasyondan yoksun bir toplumda sağlıklı bir siyaset oluşumu şansa kalmış bir olgudur. Ülkenin refahı ve güvenliği kumar masasında ileri sürülebilecek nesneler değildir, olmamalıdır...

                  Sevgilerimle...

 

Dr. Özkan LEBLEBİCİ

Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi

ozkanleblebici@gmail.com

7 Ağustos 2021 Cumartesi

 

EŞİTLİK ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

         Sevgili dostlar günlük yaşantımızda en çok özlemini duyduğumuz, en çok savunmaya çalıştığımız değerlerden biri eşitliktir. Ancak çoğunlukla herkesin eşitlik kavramından anladığı farklıdır. Genellikle modern toplumlarda hukukun insanlara karşı herhangi bir ayrım gözetmeksizin eşit olarak uygulanması eşitlik için yeterli görülürken, zaman içinde oluşan eşitsizlikler görmezden gelinir. Çünkü bu eşitsizliklerin uzun dönemli etkileri bireyden çok birkaç nesli içine alan bir etki alanına sahiptir. Zaman içindeki değişimler, anlık yaşantının kabullenilmiş formlarında radikal değişikliklere yol açmadıkça herkes halinden memnunmuş gibi davranmayı iç huzurunun bir gereği gibi görmeye alışmıştır. "Pek çok zengin insanın zengin bir ailede doğduğu için zengin olduğu ve pek çok fakirin fakir bir ailede doğduğu için hayatları boyunca fakir kalacağı kanıtlanmış bir olgudur" der Harari. Peki böylesi bir eşitsizlik ilk duyduğunda insanlara haksızlık gibi gelirken, yaşadığı süreçte herkesi durumuna razı eden etken /etkenler nelerdir? Buradan yola çıkarak günümüz dünyasının bir fotoğrafını çekmeye çalışacağım. Bunu yaparken birçok düşünceme itiraz gelebileceğini tahmin ediyorum. Tek istediğim, yazdıklarımı kendi durumunuzdan bağımsız olarak, yani dışarıdan bir gözlemci gibi düşünmenizdir.    

          Tarihte ilk eşitsizlik ne zaman başlamıştır? Rousseau "İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı" kitabında bunu mülkiyet kavramının doğuşuna bağlar. İlk günah, birisinin bir toprak parçasını çevirip "burası benim" dediğinde başlamıştır der Rousseau. Avcı toplayıcı toplumlardan yerleşik düzene geçişin bu anlamda özel mülkiyetin gelişmesinde önemli bir aşama olduğunu kabul edebiliriz. Burada asıl vurgulamak istediğim, toplumlarda sınıfsal farklılaşmanın özel mülkiyetin kurumsallaşmasıyla olan ilişkisinin görülmesidir. Çünkü eşitsizliği içinden çıkılamaz bir girdaba döndüren etken, sınıfsal farklılaşmadır. Bu yapı içerisinde gözardı edilense, eşitsizliğin her zaman kendini her aşamada yeniden üreten bir olgu olduğu gerçeğidir. İşte bu gerçek, zenginin zengin, fakirin fakir doğmasını sağlar. Zaman içinde bu devinim sınıfsallaşmaya yol açar. Devleti yöneten kişiler açısından bu sınıfsal yapının korunması, yönetenin meşruiyetini sağlamadaki en önemli yardımcısıdır. Buna uygun söylem ise, inanç üzerinden oluşturulur. Bütün dini inançların insanlar yerleşik düzene geçtikten sonra ortaya çıkması ve hepsinin de sınıfsal farklılığı (köle-efendi, zengin-fakir) az ya da çok gözetmesi bir rastlantı değildir. Yöneten sınıf her zaman, sorgulanmayan bir sınıfsal yapıyı kendisi açısından güvence olarak gördüğü için, bunu sorgulatmayan bir inanç sistemi ile desteklemeyi tercih etmiştir.

         Toplumlarda sınıfsal bir sıradüzen (hiyerarşi) oluştuktan sonra bunu kabul ettiren araçlar olduğu gibi, insanlara bir üst sınıfa geçebilme ihtimali ve umudu da pazarlanır. Çünkü bu, yapının karşısındaki en büyük risk, sınıfsal farklılaşmanın yarattığı ortamın kendi zararına olduğunu anlayanlardır ve en büyük destek insanlara görüp de hayalini kurduklarına ulaşma ihtimalini pazarlamaktır. Bu çerçevede bazı toplumlarda sınıflar arası geçişkenlik yüksek olduğundan toplumsal gerilim oluşmazken, bazı toplumlarda bu geçişkenlik düşük olduğundan toplumsal yapı gerilim üretmeye daha yatkındır. Toplumsal gerilim üretmeye yatkın yapılarda, dinin ve ideolojinin "gerçek satamıyorsan hayal sat" mantığı ile insanlara durumu kabullenme yönünde telkinde bulunduğu görülür. Bu tür toplumlarda dinin ağırlığı ilkine göre daha fazladır. Özel mülkiyetin kutsanması her iki yolla da desteklenir. Burada konumuz din olmadığından, dinin felsefi dönüşümünü ele almıyorum ancak eşitlik konusunda daha tutarlı olan inanç sistemleri bile, toplumsal yapıda egemen sınıfın ihtiyaçlarına göre felsefi bir dönüşüm geçirmektedir. Bir çok örneği olan bu konuya burada değinmemeyi tercih ediyorum.

         Marks, tarihsel gelişimin bir aşamasında ortaya çıkan devletin tarihsel zorunluluklar ortadan kalktıktan sonra ortadan kalkacağını savunmuştur.Toplumların tarihsel aşamalarında beş kategoride ele almıştır; 1. İlkel toplum, 2. Feodal toplum, 3. Kapitalist toplum, 4. Sosyalist toplum, 5. Komünist toplum. Bu çerçevede Marks, kapitalizmin gelişmeci ve ilerici bir rol oynadığını kabul etmekle birlikte, kendi iç çelişkilerinden dolayı (emeğin ve doğanın sömürüsü, sınıfsal yapı) diyalektik süreçte yıkılacağını ve diğer bir toplumsal aşama olan sosyalist topluma geçileceğini öngörmektedir. Marks ve Engels tarafından yazılan ve Şubat 1848'de yayımlanan "Komünist Manifesto", ilerici bir topluma geçiş için 10 maddede çözüm önerilerini sunmaktadırlar. Bu maddelerden ilki "Toprak mülkiyetinin kaldırılması ve bütün toprak rantlarının kamu yararına kullanılması", üçüncüsü ise " Bütün miras haklarının kaldırılması" olarak belirtilmiştir. Burada amacım, komünist manifesto savunusu yapmak değildir. Bu tercihim, bunu yanlış bulduğumdan değil, konumuzun eşitlik üzerine oluşundandır. Bu iki madde dikkatle ele alındığında aslında toplumdaki eşitliği bozan sınıfsal yapıyı kökten değiştirmek üzerine devrimci bir kurgu olduğu görülmektedir. İlk anda bu maddelere itiraz edebilecek çok insan çıkacağını tahmin edebiliyorum. Ama bunları anlayabilmek için Marks'ın emeğin sömürüsü ve doğanın sömürüsü üzerine görüşlerinin iyi analiz edilmesi gerekmektedir.

         Günümüzde egemen sınıfın talepleri doğrultusunda kıyıların yağmalanmasını, kamu arazilerinin kamu yararı gözetilmeden özelleştirilmesini, imar planlarından yaratılan rantın toplumun çok küçük bir kesimi tarafından sırtlanların ölü bir geyiği parçalaması gibi paylaşılmasını içine sindirecek vatansever bir insan olduğunu düşünmüyorum. Ancak söz konusu olan mütevazi bir evin çocuklarına bırakılması olunca herkes miras savunuculuğuna başlıyor. Burada ideolojinin toplumsal tutarlılığı nasıl dağıttığı görülmektedir. Oysa bakın, manifestodaki çözüm önerilerinin onuncu maddesinde "Bütün çocuklar için devlet okullarında parasız eğitim. Bugünkü biçimi içerisinde çocukların fabrikalarda çalıştırılmalarına son verilmesi" yer almaktadır. Yani herkesin eşit eğitim hakkının sağlanması demektir bu. Bunun yanında bu önlemlerin farklı ülkelerde farklı olacağı da vurgulanmıştır. Yani mesele bir evin miras bırakılması hakkı değildir. Bu yapı içerisinde bile eşitliği sağlamaya yönelik atılabilecek adımlar mümkündür. Ama bütün mesele bu konuda bir iradenin ortaya konması meselesidir. Bunun için siyasi iktidarın belirlediği politikalarda kamu yararının öncelemesi, sosyal sınıflar arasındaki geçişkenliğin fırsat eşitliği temelinde çözüme kavuşturulması gerekmektedir. Yoksa ilkokul müfredatında yer alan kitaplarda "zengini de fakiri de Allah yarattı" söylemi, var olan eşitsizliği sürdürmekten, eşitsiz sınıfsal yapıları korumaktan başka hiç bir şeye hizmet etmeyecektir. Bu noktada tutarlılık, eşitsizliğin ne olduğu konusunda bir karara varmaktır. Herkes çıkarına hizmet ettiğini sandığı küçük çıkarların peşinde koşmaya devam ederse, toplumsal faydanın sağlanması asla mümkün olmaz. Sizin çocuklarınız çok çalışıp ulaşabilecekleri bir cennet ile boyun eğen bir insan olup öldükten sonra ulaşabileceği cennet arasında bir tercihe zorlanırken, bir kısım egemen sınıf destekçisi siyasetçilerin çocuklarına, yurt dışı eğitim ve çeşitli vakıflar aracılığıyla kaynaklar aktarılıp bu dünyada cennet altın tepside sunuluyorsa, burada eşitlik yoktur. Anayasanın onuncu maddesinde yer alan "Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir" ifadesi bile eşit olmayan insanlar arasında eşitlik varmış gibi yapmaktan öteye geçemez.  

         Eşitlik konusunda kişisel beklentilerin dışında ortak bir kavramsal çerçevede buluşamadığımız sürece, birilerinin eşitlik kavramından anladığını yaşayıp kendi eşitlik anlayışımızla bunları eleştirmeye ve eşitliğe özlem duymaya devam edeceğiz. Eşitsizlikleri ve onları üreten  etkenleri görmeden, sahip olduğumuzu sandığımız maddi değerlerle avunacağız. Çocuklarımıza bırakacağımız eşitsizlik üreten yapıyı eleştirmeden varımızı yoğumuzu onların eğitimine (!) harcayacağız. Öncelikle kendimize sormamız gereken soru, sınıfsız eşit bir toplum için nelerden vazgeçebileceğimizdir. Son model arabamız, sık sık değiştirdiğimiz cep telefonumuz, havuzlu evlerimiz, yazlıklarımız ve kışlıklarımız bizim için huzur ve mutluluğun maddi tanımı gibi görünse de insanlığın yok oluşuna doğru giden yolun kilometre taşlarıdır. Ayrıca o çok sevdiğimiz çocuklarımızın geleceğini de mahveden eşitsiz bir düzenin temel dayanağıdır.  

         Sevgilerimle...

 

Dr. Özkan LEBLEBİCİ

Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi

6 Ağustos 2021 Cuma

 

ORMAN YANGININ DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

         Sevgili dostlar bir haftadır ülkede devam eden orman yangınları, kamu yönetimi ve siyaset bilimi açısından büyük bir tartışma alanı yaratmaktadır. Farklı açılardan bu olayı değerlendirmeye çalışacağım. Bundan önce, afet yönetimi alanında yazdığım bir çok makalenin hazırlanmasında yaptığım araştırmaların verdiği bilgi ve tecrübe ile şunu ifade etmek isterim. Bilimsel bilgiye sahip insanların itibar görmediği toplumlar, vasat altı siyasetçiler tarafından yönetilmeye mahkumdur. Üniversitelerin kamu politikalarını rahatça tartışmaya korktuğu bir ülkede bu politikaların yanlışlarını, hatalarını kim görebilir ve söyleyebilir? Bir kısım akademisyen titrine sahip ancak akademik ahlaktan nasibini almamış ve sıradan bir iş yapıp karşılığında para aldığını düşünen inanlardan bilimsel değer taşıyan bir tartışma çıkması beklenemez. Katıldığım bir çok akademik etkinlikte, doğru bildiğini söylemekten çekinen, unvanları cesaretlerinden büyük akademisyenler tanıdım. Gerçekten her durumda onurlu duruşunu muhafaza eden bütün akademisyenleri tenzih ederim. Öncelikle belirtmem gerekir ki, ülkenin bugün yaşadığı sorunlarda görevini yapmayan/yapamayan akademinin payı büyüktür.

         Afet yönetiminin en önemli bileşeni, risklerin doğru değerlendirilip, önlemlerin birbiriyle uyumlu şekilde planlanmasıdır. Günümüzde afet yönetimi yaklaşımlarındaki gelinen aşamada odak noktasının afete müdahaleden risk yönetimine kaydığını söyleyebiliriz. Bu temel anlayış, günümüz afet yönetiminin planlama, örgütlenme ve uygulamasının büyük ölçüde değişmesine neden olmuştur. Bu çerçevede afet riskini doğuran kamu politikalarının daha çok tartışılması, daha iyi değerlendirilmesi gerekmektedir. Bir kamu politikası, afet riskini nasıl doğurabilir? Bunun örnekleri birçok afet olayında görülebilir. Örneğin enerji politikalarının nükleer enerji konusundaki tercihi, nükleer santrallerde yaşanabilecek büyük ölçekli kazaların afete dönüşmesine neden olabilir. En yakın örneği olarak ele alırsak, Kemerköy Termik Santralinin orman yangınından etkilenmesiyle yaşananlar, birçok risk değerlendirmesinin yanlış yapıldığı bir kamu politikası süreci içerisinde değerlendirilebilir. Enerji politikası çerçevesinde tercih termik santral olmuş, bu termik santral ormanlık alanın içine yapılmış, daha da vahimi, bir orman yangını ihtimalinde yaşanabilecek riskler dikkate alınmamış ve bu konuda etkili bir planlama yapılmamıştır. Oysa her aşamada aldığınız riske uygun tedbirler alarak, afet ihtimalini azaltmak mümkündür.

         Kentleşme politikaları ve buna bağlı imar planları ile oluşan riskler ise, belki de yaşadığımız afette en çok konuşulması gereken konulardan biridir. Yerleşime açılmaması gereken orman alanları ve kıyıların büyük bir yangında nasıl bir tehlike unsuru olduğu görülmüştür. İktidar gücünü kullanma imkanını bulan kişi ve gruplar, kendilerine özel imar plan değişiklikleri ile, kıyılarda ve ormanlık alanlarda konutlar yaparak buralardan rant sağlamışlardır. Bu grupların içerisinde kamu görevlilerini, yargı mensuplarını ve bunların isimleriyle anılan siteleri görmek mümkündür. Bu sorun 20 yılın sorunu da değildir. Toplumsal düzeyde ahlaki yapının sorgulanmasını gerektiren bir durumdur. 2012 yılında çıkarılan 6360 Sayılı Kanun ile, 30 ilin büyükşehir belediye sınırları mülki sınırları olarak belirlenmiş, bu illerdeki köyler kamu tüzel kişililerini yitirerek mahalleye dönüştürülmüştür. Köylerin tüzel kişiliği kaybetmesi ile, köy muhtarlarının tüzel kişiliği temsil yetkisi de ortadan kalkmış, köylere ait ortak alanlar (mera vb.) üzerinde köylünün hakkını savunacak bir makam kalmamıştır. Elbette bir önceki yazımda vurguladığım gibi, böyle bir kanunun çıkarılmasında kamu yararının nerede olduğu sorgulanmalıdır. Bilindiği üzere kamu politikaları yasalarla somut bir biçime bürünür. Bu yasa da, hükümetin izlediği politikanın vücut bulmuş halidir. Ama politika sonuçları açısından bakıldığında, ormanlık ve yeşil alanların maruz kaldığı saldırılarda çok büyük artış meydana gelmiştir. Taş ocağı, maden arama, HES (Hidro Elektrik Santrali), turizm teşvik gibi gerekçelerle ülkenin doğal alanlarında büyük tahribatlar oluşmuştur. Hükümetin kamu yararına aykırı tutumunu denetleyebilecek kurumların yıpratılması ve ortadan kaldırılması neticesinde, kamu yönetiminin temel ilkesi olan kamu yararı kavramı, sorgulanamaz ve aranamaz olmuştur. Yaşadığımız yangın felaketini hazırlayan adımların burada aranmasında fayda vardır.

         Bazen risk değerlendirmesi doğru yapılsa da önlemler yeteri kadar alınsa da afet olgusu ortaya çıkabilir. Bunun en somut örneği, 2011 yılında Japonya'da yaşanan Tohoku depremi sonrasında Fukuşima Nükleer Santralinde yaşananlardır. Her ne kadar her şey doğru görünse de felakete engel olunamamıştır. Diğer bir deyişle, o santral oraya yapıldığında istatistiki verilerden yola çıkarak alınabilecek önlemlerin bile yetersiz kalabileceğinin öngörülmesi gerekirdi ancak politika tercihi bunu göze almıştır. Afet ortaya çıktıktan sonra artık müdahalenin etkin yapılması önem kazanır. Müdahaleyi etkin kılmak için ise, çeşitli senaryolar üzerinden en kötünün öngörülüp, planlamanın buna göre yapılması önemlidir. Müdahalede etkinliğin temeli, doğru örgütlenme ile afete müdahale araçlarının doğru yerde ve doğru zamanda bulundurulmasıdır. Yaşadığımız yangın felaketinde en büyük eksiklik, orman yangınlarına müdahalede etkin bir şekilde kullanıldığı bilinen yangın söndürme uçaklarının bulunmayışıdır. Kamu yararına aykırı olarak orman yangınlarına müdahale faaliyetlerinin özelleştirilmesi neticesinde Türk Hava Kurumu, var olan uçaklarının bakımını yapamaz duruma getirilmiş, böylesi büyük bir felaket için eldeki en etkili araçlar, kamu politikası yoluyla devre dışı bırakılmıştır. Bunun hiç bir gerekçe ve siyasi düşünce ile savunulabilir tarafı yoktur. Çünkü yaşananlar, bu kamu politikası sürecinde kamu yararı olmadığını ortaya koymaktadır.

         Olayın örgütlenme boyutuna baktığımızda, yerel yönetim ile merkezi yönetimin afete müdahalede etkin bir işbirliği içerisinde hareket etmesi beklenir. Burada şunun altını çizmekte fayda bulunmaktadır. Anayasanın 123'üncü maddesinde "İdare, kuruluş ve görevleriyle bir bütündür ve kanunla düzenlenir. İdarenin kuruluş ve görevleri, merkezden yönetim ve yerinden yönetim esaslarına dayanır." ifadesi ile gerek yerel yönetimin, gerek merkezi yönetimin bir bütünün iki parçası olduğu vurgulanmıştır. Ancak ilginç şekilde yerel yönetimler, yangın sonrasında merkezi yönetimin hedef tahtasına oturtulmuştur. Bu durumu devlet geleneği ve devlet aklı ile açıklamak mümkün değildir. Ormanlık alanlarda oluşan yangınlar yerel yönetimin doğrudan suçu ve sorumluluğu olmayacağı gibi, yangına müdahalede başarısız kalınması ile bu başarısızlık algısını çarpıtma çabalarının kamu yararı açısından hiç bir faydası bulunmamaktadır. Oysa kamu yöneticileri her faaliyet ve davranışında kamu yararını gözetmek zorundadır. Afetlerle mücadele topyekun yürütülmesi gereken bir mücadeledir ve bütün kamu kurumlarının imkan ve kabiliyetleri ulusal düzeyde bir planda birleştirilerek kullanılmalıdır. Zaten Türkiye Afet Müdahale Planı da bunu öngörmektedir Bu kapsamda her kurum ve kuruluşun afet müdahale planlarının hazır ve güncel olması beklenir. Elbette kamu kaynaklarının etkin ve verimli kullanımı önemlidir. Her belediyenin kendi uçağını alması verimlilik açısından sorgulanabilir. Ancak devletin elinde müdahale uçağı bulunmaması, asla kabul edilemez bir durumdur.

         Yangınla birlikte canlıların afet bölgesinden tahliyesine ilişkin güncel bir plan olmadığı da anlaşılmıştır. Elbette kamu yöneticilerinin ülkenin doğal varlıklarının korunması açısından bakış açıları önemlidir. Ölen canlılar için "parası neyse karşılarız" türünden vicdani değerlerden yoksun bir bakış açısı, aslında yaşanan felaketin çok da beklenmeyen bir şey olmadığını gösteriyor. Kamu yöneticilerinin vicdani, insani, etik duruşlarının kamu yararı ile yakın bir ilişkisinin bulunduğu açıktır. Son söz olarak şunu söyleyebiliriz; elma ağacında armut yetişmez.  

         Sevgilerimle...

 

Dr. Özkan LEBLEBİCİ

Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi

30 Temmuz 2021 Cuma

 

KAMU YARARI OLMAZSA

         Sevgili dostlar bugüne kadar çok çeşitli konularda yazılar yazdım. Sizlere olaylara kamu politikası, hukuk devleti ve demokrasi pencerelerinden bakabilmek için ipuçları vermeye çalıştım. Bugün bütün bu kavramların kesişim noktasında olan bir kavramı günümüzde yaşanan olaylar üzerinden ele almaya çalışacağım. Kavramımız "kamu yararı" olunca bir çok disiplinin ortak alanına girmiş oluyoruz. Kamu Yönetimi Sözlüğü (2008: 133) kamu yararını şöyle açıklıyor; "Kamu yönetiminin eylem ve işlemlerinde yöneldiği, toplumun bir kesiminin ya da tümünün yararını kollamaya dönük temel ve genel hedeftir. Kamu yönetimi, kamu yararı için vardır. Toplumsal çıkarla bireysel çıkar çatıştığında kamu yönetimi toplumsal çıkardan yanadır. Kamu yönetimi, kamu yararı için hukuk içinde hareket etmelidir". Elbette toplumun bir kesimine yönelmiş kamu yararının toplumun genel çıkarlarına aykırı olmaması esastır. Örneğin kadın ve çocuklara pozitif ayrımcılık, toplumun genel çıkarlarına zarar vermeyeceği için kamu yararına uygundur. Hukukun temeli de kamu yararıdır. Kanunların hazırlanması ve yürürlüğe girmesinde temel ilke kamu yararının korunmasıdır.

         Siyasal bir örgüt olarak devlet, kamu hizmeti üretmek için vardır. Devlet kamu hizmetini görevlileri aracılığıyla yerine getirir. Devletin başındaki Cumhurbaşkanından en alt düzeydeki kamu işçisi veya memura kadar herkes, kamu hizmeti sunmak için görevlidir. Kamu hizmetinin ise mutlaka kamu yararına dönük olması gerekmektedir. Kamu görevlisinin kamu kaynaklarını kullanarak yaptığı her faaliyette kamu yararının bulunması zorunluluktur. Bir cumhurbaşkanı da olsa, hiç kimse kamu yararını gözetmeyen bir faaliyet için kamunun mal ve parasını kullanamaz. Kamu hizmetinin hangi politikalar çerçevesinde sunulacağının belirlenmesi ise, devleti belirli bir süre yönetme görevini üstlenmiş olan hükümetin sorumluluğudur. Ancak hükümet kamu politikasını belirlerken, işin doğası gereği kamu politikası sürecinin her aşamasında kamu yararını gözetmek zorundadır. Bunlar elbette olması gerekenlerdir. Kamu görevlilerinin farklı çıkarlara yönelebilmesi gibi yolsuzluk ve usulsüzlük içeren uygulamalara dünyanın her yerinde rastlamak mümkündür. Hatta hükümetlerin bile sermayenin belirli alanlardaki çıkarlarını korumak adına kamu yararını göz ardı ederek kamu politikası üretmesi mümkün olabilmektedir. Ne yazık ki, çoğunlukla bunu denetleyecek etkili bir mekanizma olmadığından, ya da halk hükümetin faaliyetlerinden yeteri kadar bilgi sahibi olamadığından üretilen kamu politikasının eleştirisi siyaset alanı dışında herhangi bir yaptırıma imkan vermemektedir. Bu nedenle sağlıklı işleyen bir kamu politikası sürecinde, toplumun ilgili kesimlerinin, uzmanların, üniversitelerin söz sahibi olması, kamu yararının korunması adına gerekliliktir. Eğer süreç böyle işlemiyorsa, kamu politikasının kamu yararını gözetmediğini düşünmek mümkündür.  

         Toplumların yaşanan olaylar karşısında hassas olduğu dönemler vardır. Hassasiyetin en üst düzeye çıktığı dönemler kriz dönemleridir. Bir kriz neden çıkar? Süratle değişen bir duruma sistem cevap veremediği için çıkar. Bu bir afet ya da toplumsal olay olabilir. Devletin dinamik bir siyasal sistem olarak, her tür krizi öngörme, gerekli tedbirleri alma becerisinin var olduğu düşünülür. Toplumsal maliyeti öngörülemeyen krizlerin tamamen ortaya çıkmasını önlemek mümkün değilse de etkilerinin sınırlı kalmasını sağlamak adına hükümetlerin yapması gereken çok önemli faaliyetler ve görevler vardır. Öncelikle dinamik bir risk değerlendirme sistemi kurulmalıdır. Sürekli değişen risk algısı ve olası sonuçları dinamik bir şekilde değerlendirilmeli, buna göre alınması gereken tedbirler sürekli güncellenmelidir. Ancak afet yönetimi için ayrılan kamu kaynakları halkın kolaylıkla görebildiği sonuçlar üretmez. Bu nedenle de hükümetler böyle kriz durumları için kaynak ayırmak konusunda isteksizdir. Bunun yanında yaşanan olayın maliyeti beklenenden çok daha yüksek seviyelere ulaşırsa, hükümet hatalarının bedelini siyaseten ödemekle kalmaz, alması gereken konularda almadığı önlemler için yargı denetimine de uğrayabilir. Bu durum elbette hukukun etkin şekilde işlediği bir hukuk devletinde mümkün olabilir.

         Türkiye'nin bir çok noktasında kısa süre içerisinde eş zamanlı olarak başlayan orman yangını, mevcut sistemin bir anda cevap veremeyeceği büyüklükte bir afete dönüşmüştür. Oluşması yüzlerce yıl alan ormanlar, içindeki bütün yaşam formlarıyla birlikte iki gün içerisinde küle dönmüştür. Orman yangını riski taşıyan ülkelerin buna ilişkin yangın söndürme filolarının ve diğer araçlarının Türkiye'den belirgin şekilde fazla olması, onların olası riskleri daha iyi değerlendirdiğini ve buna uygun politikalar ürettiğini ortaya koymaktadır. Türkiye'de ise, kamu yararı gözetilmeden, siyasal bir intikam duygusuyla hareket edilerek Türk Hava Kurumu envanterinde bulunan araçlar işlevsiz bırakılmıştır. Kriz anında çok yüksek maliyetlerle kiralanan araçlar ise, afetin büyüklüğüne yetecek sayıda olamamıştır. Burada hem politika üretme, hem risk değerlendirme hem de kamu yararını gözetme anlamında ciddi sorunlar vardır. Bunun sonucu olarak da krizin etkilerinin azaltılabilmesi mümkün olmamıştır. Bir kriz ortamında profesyonel olarak işlemesi gereken iletişim süreci, ilgili Bakanın arada bir kameralar karşısına geçip, yeterli olmayan bilgilendirme çabası neticesinde sosyal medyada ve halk arasında bilgi kirliliğine ve tepkiler oluşmasına yol açmıştır. Oysa afet yönetimi süreci profesyonel olarak yönetilmesi gereken bir süreçtir. Kamu yararından uzaklaşan bir hükümetin himaye ettiğine inanılan ve hiç bir bilgi birikimi olmayan dini figürlerin sosyal medya üzerinden saçma sapan açıklamalar yapması, eğitimli ve üzgün halk kesiminde daha büyük tepkiler yaratmıştır. Bu tepkiler halk arasında düşünsel bölünmelere neden olarak toplumsal dayanışmayı zayıflatmaktadır. Kısaca bu yangın hükümet açısından çok başarısız bir sınav olmuştur. Yangın riskine karşı imar planlarının risk değerlendirmesine uygun olmaması, ekonomik kayıpların daha fazla olmasına neden olmuştur. Her orman yangının ardından yeniden ağaçlandırma yerine yeni rant alanları yaratılmasının da kamu yararı ile açıklanabilir bir yanı bulunmamaktadır. Kamu hizmeti sunarken kamu yararını gözetmeyen yönetici, her kim olursa olsun görevini yapmıyor ve bulunduğu makamı hak etmiyor demektir.

         Elbette olayın siyasi yönden değerlendirmesinin yapılması, ülkenin yaşamakta olduğu mülteci sorunu ile yaşanan afet arasında bağ kurulması, yangının bir terör eylemi olması olasılığı gibi her biri ayrı bir tartışma konusu olabilecek sorunları burada yaptığım analizin dışında tutuyorum. Benim burada yaptığım değerlendirmedeki temel amacım, kamu yararı gözetilmeden üretilen kamu politikasının ve buna bağlı olarak kamu kaynaklarının kullanımı yönünde yapılan tercihlerin yanlışlığının vurgulanmasıdır. Bilgi ve tecrübe gerektiren kadrolara yapılan liyakatsiz atamalar, devlete gerçek maliyetinin bir kaç katına mâlolan altyapı tesisleri, kamuya alınan ya da kiralanan gereksiz hava ve kara taşıtları, birkaç yerden maaş verilen kamu görevlileri için harcanan kamu kaynaklarının kamu yararı ile açıklanmasına imkan yoktur. Hele ki maliyeti nedeniyle yangın söndürme uçağı olmadığının açıklandığı bir tabloda, yaşananlar gerçekten can yakmaktadır. Elbette haklı olarak kaybedilen binlerce, on binlerce canın hesabının sorulmasını beklemek, temel bir vatandaşlık ve insanlık görevidir. Ama buna cevap verebilecek kimse var mı derseniz, yanan canlıların boğazımıza attığı düğüm bu soruyu yanıtsız bırakır.

          Sevgilerimle...

 

Dr. Özkan LEBLEBİCİ

Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi

27 Temmuz 2021 Salı

 HUKUK DEVLETİNE YOLCULUK-2

         Sevgili dostlar bir önceki yazımda hukuk devletini oluşturan kavramları bireysel düzeyde yaptığım değerlendirmelerle açıklamaya çalıştım. Bu yazımda ise kurumların hukuk devleti içerisindeki rolünü ve ilişkilerini ele almaya çalışacağım. Düşündünüz mü, kurumları var eden nedir? Toplumların basitten karmaşığa doğru bir evrim içerisinde olduğunu söyleyebiliriz. Toplumsal düzeyde karmaşıklaşan ilişkilerin üssel bir artış gösterdiğini de söyleyebiliriz. Bu ilişkilerin bireyin bireyle, bireyin toplumla ve bireyin devletle ilişkileri boyutunda sürekli değiştiği görülmektedir. Bu anlamda toplumsal yaşamı düzenleyen hukuk düzeni de sürekli bir değişim içerisinde olmak zorundadır. Öyle ki, özel kişilerin ticari, medeni ve mesleki konularda karşısında her zaman bir özel kişi bulması fiilen mümkün olmayabilir. Bu ilişki düzeyinin yaratabileceği sorunların çözümü için ortaya çıkan yapı tüzel kişilik kavramıdır. Diğer bir ifadeyle bir para ve/veya mal topluluğu hukuk nezdinde özel kişilerden farklı yasal bir kişilik kazanır. (Tüze, yasa demek olduğu için kavram yasal kişilik anlamına gelmektedir.) İşte bu tüzel kişilik, çeşitli amaçlarla oluşturulan kurumlardır. Özel kişilerin bir şirket kurması, ya da özel ve tüzel kişilerin bir araya gelerek sivil toplum örgütü kurması, ya da devletin bir kamu hizmetini sunmak için tüzel kişiliği olan bir kurum oluşturması toplumsal alanda ilişkilere farklı bir boyut kazandırır.

         Tüzel kişilik kanunlara uygun olarak oluşturulur. Bir şirketin nasıl tüzel kişilik kazanacağı, ya da sivil toplum örgütünün nasıl tüzel kişilik kazanacağı ilgili kanunlarda belirtilmiştir. Burada konumuz daha çok hukuk devleti olduğu için devlette tüzel kişilik nasıl oluşturulur sorusunun cevabına bakalım. Anayasanın 123'üncü maddesinde; "kamu tüzel kişiliği (yani kurum/kuruluş), kanunla ya da kanunun açıkça verdiği yetkiye dayanarak kurulur" ifadesi vardı. Bu ifade 2018 yılındaki referandumla, "kanunla ya da Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile kurulur" şeklinde değiştirildi. Bu değişiklik, tek bir kişinin iradesiyle istediği tüzel kişiliği oluşturabileceği anlamına geliyor ki, bu durum hukuk devletinin "idarenin öngörülebilirliği" ilkesinin aşındırılmasını da beraberinde getirmektedir. Diğer taraftan özel kişilerin ve özel hukuk tüzel kişilerinin bu kurum ve kuruluşlarla olan ilişkisinin düzenlenmesi de meşruiyet zemininde sorunlu hale gelme potansiyeli taşımaktadır. Bir kamu tüzel kişiliğinin oluşturulma maksadı kamu hizmetidir. Kamu hizmetinin en önemli unsuru ise kamu yararıdır. Bu açıdan bakıldığında kamu yararı niteliği bulunmayan kurum ya da kuruluşlar, uzun dönemde meşruiyet sorunu yaratabilecektir. Örneğin sadece seçim bölgesini düzenlemek için bir il/ilçe kurduğunuzda, burada oluşacak kuruluşların devlete belirli bir maliyeti vardır. Oysa kamu yöneticilerinin en önemli sorumluluğu kamu kaynaklarını harcarken hesap verebilir ve şeffaf davranmaları gerekliliğidir.

         Oluşturulan tüzel kişiliklere karşı da hukuk devleti anlayışının geçerli olması beklenir. Yani bir yerde özel kişilere karşı tanınan hak ve özgürlüklere aykırı olarak tüzel kişilikleri devletin yaptırım gücünü kullanarak baskı altında tutmak, hukuk devleti anlayışı ile bağdaşmaz. Bunu daha da somutlaştırmak gerekirse, tüzel kişilik kazanmış bir sivil toplum örgütünü sadece görüşleri ya da faaliyetleri siyasal iktidarın hoşuna gitmediği için denetim ve yaptırım kıskacına almak, hukuk devleti anlayışının siyasal iktidar tarafından içselleştirilmediğini gösterir. Aynı durum, sahibinin siyasal iktidarla aynı düşünceyi taşımadığı bir şirket tüzel kişiliğine yönelen yaptırımlarda da geçerlidir. Ayrıca ticareti bozucu bu tür uygulamalar uzun dönemde ülkede yatırım ortamını ve siyasal istikrarı da bozma potansiyeli taşır. Bunun sonucu yoksullaşma ve işsizlik olarak kendini gösterir. Oysa siyasal iktidarlar, kendi rejimlerini kurmak üzere iktidara gelmezler. Sadece kendi politikalarını uygulamak üzere gelirler. Aksi halde bu durum açıkça darbe olarak adlandırılır. Bu konudaki en büyük yanılgı, darbenin sadece silahlı güç aracılığıyla yapılacağını sanmaktır. Eğer bir ülkenin rejimi anayasanın öngördüğü kurallara ve kurumlara aykırı olarak değiştiriliyorsa, bunun adı siyaset bilimi yazınında "darbe"dir. Değişikliklerin halk oyuna sunulmuş olması bu gerçeği değiştirmez. Çünkü demokrasilerde hak ve özgürlükleri kısıtlama yönündeki düzenlemeler halk oyuna sunularak meşrulaştırılamaz.

         Tarihsel süreçte toplumlar kurumsal yapıların ve kurumsal ilişkilerin geçerli olduğu bir yapıya evrilirler. Eskiden geleneklere, inançlara ya da toplumun değer yargılarına bağlı olarak sürdürülen ilişkiler, kurumsal, denetlenebilir, öngörülebilir bir hal alır. Alman sosyolog F. Tönnies toplumların bu evriminin cemaatten cemiyete olduğunu ortaya koymuştur. Tönnies'e göre bu evrim geri döndürülemezdir ve kurumsallaşmış cemiyet yapısı içerisinde cemaatlerin kurumsal bir gerçeklik olarak tanımlanması toplumu böler. Bu noktada yorumu siz değerli okuyuculara bırakmayı uygun buluyorum. Sadece şunu vurgulamakla yetinmek istiyorum; Kurumlar, hukuk devletinde kurumsallaşan ilişkilerin denge unsurudur. Ancak tüzel kişiliği bulunmayan örgütlerin kurumsal refleksler göstermesi, toplumda ayrışmayı körükler. Burada kastım inanç temelli ve tüzel kişiliği olmayan örgütlerdir. Bunların halktan bağış toplaması, kurumsal yapıyı ve onun güvencesi olan hukuk devletini etkisizleştirir. Hele ki, bunların siyasal iktidar tarafından himaye edilmesi, siyaset biliminde hukuk devleti tanımının tamamen dışında bir alana denk düşer.

         Kamu hizmeti sunumu maksadıyla tüzel kişiliğe haiz bir kurum oluşturulmasından beklenen fayda, anayasada yazılı niteliklere uygun şekilde ve etkin olarak sunulan bir kamu hizmetidir. Ancak kurulan kurumlar, bireysel hak ve özgürlükleri, tüzel kişiliklerin varlık sebeplerini tehdit eden bir baskı aracına dönüşüyorsa, burada ne demokrasiden ne de hukuk devletinden söz edilemez. Anayasa mahkemesi bir kararında, "Kamu mal ve hizmetinin kullanılmasında kamu yararı niteliğinin bulunması gerekir" diyerek, siyasal iktidarların politika belirleme süreçlerinde hangi ilkeyle hareket etmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Dolayısıyla hukuk devletinde siyasal iktidar, kurumsal yapıların işleyişini ve ilişkilerinin düzenlenmesini belirli ilkelerle sürdürmek zorundadır. Bu zorunluluk siyasal iktidarın politika tercihi ile açıklanamaz.

         Bakanlıklar, devlet tüzel kişiliğinin faaliyet alanlarına göre örgütlenmiş kuruluşlardır. Yani bakanlıkların ayrı birer tüzel kişiliği yoktur. Hepsi devlet tüzel kişiliğini temsil eder. Örneğin Sağlık Bakanlığı devlet tüzel kişiliğinin altında faaliyetlerini sürdürür. Dolayısıyla bu bakanlığa bağlı bütün kurumların da ayrı bir tüzel kişiliği bulunmamaktadır. Elbette bağlı kuruluş dediğimiz yapılar bundan istisnadır. Ancak bir kamu hastanesi devlet tüzel kişiliği altında kamu hizmeti sunmaktadır. Dolayısıyla burada çalışanlar bir anlamda devlet tüzel kişiliğinin kılcal damarlarındaki temsilcilerdir. Yukarıda ısrarla vurguladığımız üzere, özel kişilerin devlet tüzel kişiliği ile olan ilişkileri, hukuk devletinde kurumsallaşmıştır. Bu kurumsallaşmanın ihlali, devletin tüzel kişiliğine yapılan bir saldırıdır ve kanunlarla belirlenmiş yaptırımlara tabidir. Son dönemde sıkça yaşanan "sağlık çalışanlarına şiddet" sorunu bu açıdan ele alındığında, devlet tüzel kişiliği altında faaliyet gösteren Sağlık Bakanlığının bu kurumsallaşmaya aykırı davranmak gibi bir politika tercihi yoktur ve olamaz. Elbette kamu görevlisi suç işliyor olabilir ama bunun karşılığı da kanunlarda belirlenen usullerle aranmalıdır. Cemaatten cemiyete evrilmiş modern bir devlette kurumsallaşmış ilişkilerin hukuk devleti ilkesi ile korunduğu bir yapı, toplumsal barışın ve huzurun anahtarıdır. Bunun dışında çıkış yolu aramak -Yüce önderimiz Atatürk'ün ifadesiyle- gaflettir, delalettir.

          Sevgilerimle...

 

Dr. Özkan LEBLEBİCİ

Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi

7 Temmuz 2021 Çarşamba

 HUKUK DEVLETİNE YOLCULUK

         Sevgili dostlar yazabilmenin sonuçları göze almayı gerektirdiği günlerden geçiyoruz. Uganda Diktatörü İdi Amin'in "İfade özgürlüğü var ama ifade ettikten sonra olacakları garanti edemem" sözü, özgürlüğün var demekle var olmadığını anlatan güzel bir örnektir. Bu durum birçok kavram için de geçerlidir. Kavramları geçerli kılan nedir? Diyelim ki bir ülkede insanların yüzde 51 kadarının, seçtikleri yönetici "Bu ülke hukuk devletidir" dediği için ülkenin hukuk devleti olduğuna inanması ülkeyi hukuk devleti yapar mı? Yöneticiye olan inanç O'nun her söylediğini gerçek kılar mı? Bilimsel açıdan bu soruya verilecek yanıt net bir "Hayır"dır. Bilimsel olmayan yanıtların ise toplumda etkisinin olması onları değerli hale getirmez. Çöp her zaman çöptür. İnsan genellikle bir şeyin değerini kaybettiği zaman anlar. Bir ülkede de hukukun, bireysel özgürlüklerin gerçek değeri, bu kavramların eksikliğinde anlaşılır. Amacımız mevcut durumun bilimsel bir tanımını yapabilmektir. Öyleyse hep birlikte kavramları geçerli kılan ilkeler üzerinden bir yolculuğa çıkabiliriz.  

         Varsayalım, küfür etmeyi sevmeyen bir insansınız, şiddetten nefret ediyorsunuz. Bir gün arkadaşlarınız hafta sonu takımınızın maçına fazla biletleri olduğunu ve sizi de yanlarında görmek istediklerini söylüyorlar. Heyecanla kabul ediyorsunuz. Maçın birkaç saat öncesinden başlayan etkinlikler sizi maç atmosferine sokuyor. Artık yavaş yavaş kendinizi tribünleri dolduran ve hiç tanımadığınız kalabalığın bir parçası olarak hissetmeye başlıyorsunuz. Derken maç başlıyor ve seyirciler yerlerinde duramadan tezahürat yapıyor. Ancak iyi gitmeyen bir şeyler var. Hakem verdiği kararlarla seyircileri çıldırtıyor, deyim yerindeyse takımınızı ince ince doğruyor (!). Başlangıçtaki homurdanmalar bir müddet sonra yerini seyircilerin toplu tepkisine bırakıyor. Önce hakemin cinsel tercihleri sorgulanıyor, daha sonra aile efradının hatırı soruluyor (!). Bir anda fark ediyorsunuz ki, siz de o küfürlere katılıyorsunuz. Maç puan kaybıyla bitiyor ve dışarıda grup olarak yürürken birden karşıdan rakip takımın formasını giymiş bir gencin geldiğini görüyorsunuz. Grup önce size karşı hiç bir olumsuz tavrı olmayan gence sözlü tacizde bulunuyor. Karşıdan bir cevap gelince kovalamaca başlıyor. Siz doğrudan şiddet uygulamasanız bile, bir anda o suçsuz gence yönelen şiddeti haklı gördüğünüzü hissediyorsunuz.

         İnsanları gerçekte olmadıkları bir davranış haline büründüren etken, kitle psikolojisidir. Aynı durum, akıl yoluyla değerlendirmeden bir siyasi partinin taraftarı gibi hareket eden kitle açısından da geçerlidir. Ancak buradaki problem takım taraftarlığından daha vahimdir. Takım taraftarlarının kitleyle birlikte hareketi çoğunlukla düşünmeden anlık gerçekleşen tepkiler şeklinde olurken, bir siyasi parti taraftarlarının tepkileri bireysel olarak yanlış davranışın doğruluğuna olan yanlış inançtan kaynaklanır. Yanlış inancı doğuran etken ise bilgi eksikliğidir. Durumu ağırlaştıran etken de, bilgi eksikliği olan kişinin bundan haberdar olmaması hatta bilmek istememesidir. Siyasi partilerin potansiyel iktidar adayı olduğu düşünüldüğünde, partilere karşı inanca dayanan bir bağlılık geliştirmek, bir ülke için çok ağır sonuçlar doğurabilecek bir tehlikeyi içinde barındırır. Elbette toplumsal yaşamı düzenleyen yasal metinler ortaya çıkabilecek sorunları ortadan kaldırabilecek etkiye sahiptir. Ancak yasalar konusunda şu soruların cevapları olumlu olmalıdır; 1. Yasa kamu yararını gözetiyor mu? 2. Yasa ortak iyiye hizmet ediyor mu? 3. Yasa belirlenmiş süreçlere uygun olarak çıkarılmış mı? 4. Yasa hukukun temel ilkeleri ile uyum içerisinde mi?

         Bu soruların ardından gelen en önemli soru ise, "devlet adını verdiğimiz siyasal örgütlenme içerisinde etkin hale gelen yasaların uygulanması yönünde etkili bir irade var mıdır?" sorusudur. Devlet, sınırları içinde güç kullanma tekeline sahip tek örgütlenme biçimidir. Tarihsel olarak değerlendirildiğinde, devletin bu gücü kullanması bazı sınırlamalara tabi tutulmuş ve daima çizilen sınırlar daha da keskinleşmiştir. Keskinleşen sınırlar siyasal iktidarın gücünü sınırlandırırken yasama, yürütme ve yargı olarak tanımladığımız üç erkin birbirleri üzerindeki denetimini de kurumsallaştırmıştır. Bu kurumsallaşma egemenliği gerçek sahibine, halka vermiştir. Yani bir yasanın yürürlüğe girmesi ve uygulanması, halk egemenliğinin zorunlu bir sonucudur. Uygulanmadığı durumlarda ise, kuvvetler arasında uyumsuzluk ve yürütmeyi temsil eden siyasi iktidarın görevini iyi yapmaması söz konusu olabilir. Yukarıda sorduğum sorular çerçevesinde hukuk devleti kavramına bir bakalım.

         Hukuk Devleti, faaliyetlerinde hukuk kurallarına bağlı olan, vatandaşlarına hukuki güvenlik sağlayan devlet demektir. Bunun olabilmesi için yasama, yürütme ve yargının ayrı ayrı hukuka uygun hareket etmesi, hukuk devletinin genel ve temel gerekleridir. Ama bu hukuk devleti yeterli değildir. Hukuk devletinin özel gerekleri olan şu ilkelerin de bulunması gerekir; 1. İdarenin bütün eylem ve işlemleri yargı denetime tabi olmalıdır, 2. Hakimler bağımsız ve teminatlı olmalıdır, 3. İdari faaliyetler önceden bilinebilir olmalıdır, 4. Hukuki güvenlik olmalıdır, 5. İdarenin mali sorumluluğu mevcut olmalıdır. Bütün bu ilkelerden birinin bile bulunmaması hukuk devleti kavramını zedelerken, her biri için sayısız örneğin bulunduğu bir devlete hukuk devleti denmesi mümkün değildir. Hukuk devleti olmayan bir devletin Anayasasında demokrasinin devletin nitelikleri arasında sayılması da devleti demokratik yapmaya yetmez.

         Hukuk devletinde yaşayan bir vatandaş, sadece devletin siyasal sisteminin görevini yapmasını bekleyerek demokratik hukuk devletinde yaşamanın keyfini süremez. Kişisel olarak hukuk devleti ilkesinin sorumluluğunu taşımak zorundadır. Burada iki unsur önemlidir. Birinci olarak daha önceki yazılarımda belirttiğim aktif vatandaşlık kavramına uygun davranmak gerekir. İkinci olarak bireyin hukuk devletine olan güvene uygun davranışlar içerisinde olması gerekir. Bu ikinci konuyu açmak gerekebilir. Yazının başında belirttiğim taraftarlık kavramına dönmek istiyorum. Demokratik hukuk devletinde yaşamanın vatandaşa yüklediği ahlaki ve insani sorumluluğun önündeki en büyük engel, taraftarlık kavramıdır. Akıl ve ahlak ile düşünemeyen insan, kendisini bir dine, bir topluluğa, bir ideolojiye, bir siyasi partiye felsefeden yoksun bir şekilde "taraftar" olarak bağlı hissedebilir. Bu bağlılık; farklı dini, farklı topluluğu, farklı ideolojiyi, farklı siyasi partiyi düşmanlaştırır. Akıl tamamen devre dışı kalır. Kendinden olmayan herkese karşı nefret ve şiddet hisleri gelişir. Uygun ortam bulunursa şiddet kendini ortaya çıkarır. Bu şiddet, bir kadına, bir sağlık çalışanına ya da farklı olarak gördüğü herhangi bir canlıya yönelebilir.

         Burada felsefe ve insani ilkeler önemli olmalıdır ancak hangi siyasi partiyi destekliyorsa desteklesin bir canlının sadece kendi düşüncesine uymuyor diye zarar görmesine duyulan istek, felsefe ve insani ilkelerle açıklanamaz. Dünya görüşünü, etnik kimliğini, yaşam tarzını beğenmediğiniz bir insanın ölmesini, hukukun o kişiye karşı size uygulanandan farklı uygulanmasını istemek, savunmak insanlık tarihinin en ahlaksız, en aşağılık tutumudur. Hukuk devleti kavramının olmadığı bir devlet, sivrisinek üreten bir bataklık gibidir. Hukuka karşı güvenin azalması, insanları düşmanlaştırırken, aklı ve ilkelerle hareket edenlerin oranı gittikçe azalır. Kendine medeni diyen insanlar, bir anda farklı kimlikleri düşman olarak görmeye başlayabilir. Bu sorunun çözümü ise, çok uzun zaman gerektiren bir aydınlanma devriminin gerçekleştirilmesine bağlıdır. Aksi halde sivrisinekler yaşadıkları bataklık ortamından rahatsız olmadan mutlu ve mesut yaşamaya devam ederler.

         Sevgilerimle...

 

Dr. Özkan LEBLEBİCİ

Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi