18 Ekim 2022 Salı

 

SİYASETTE SANAL GERÇEKLİK İNŞASI

Demokrasi en genel anlamıyla halkın kendini yönetebildiği sitemin adıdır. Tarihsel süreçte birçok kavram setini bünyesine alarak geniş bir içerik kazanmıştır. Bir toprak parçası üzerinde en büyük siyasal örgütlenmeyi ifade eden devleti oluşturan üç temel unsur; halk, toprak ve egemenliktir. Demokrasi bu üç unsurdan özellikle egemenliğin kullanımı ile ilgilidir. Egemenliğin kullanım şekli, aynı zamanda yönetim biçimlerini belirler. Egemenlik meşruiyetini halktan alıyorsa, yani egemenlik halka aitse, bu yönetim şeklinin adı cumhuriyettir. Ancak bir rejimin cumhuriyet olması, onun demokratik olduğunu göstermez. Yönetim şeklinin monarşi ya da cumhuriyet olmasının demokrasi ile bağlantısı teorik olarak da pratik olarak da yoktur. Kemal Gözler bunu şöyle ifade etmektedir; “Kanımızca cumhuriyet, devlet başkanlığının irsî olarak intikal etmediği devlet şekli ve monarşi de devlet başkanlığının irsî olarak intikal ettiği devlet şekli olarak tanımlanabilir. Görüldüğü gibi bu tanımlara göre, cumhuriyet ile monarşi birbirinin karşıt kavramlarıdır. Bu tanımlarda demokrasiye atıf yoktur. Cumhuriyetlerin ve monarşilerin demokratik olup olmadığı ayrı bir sorundur.”(1).

Demokrasinin normatif yönüne bakıldığında “halkın halk tarafından halk için yönetimi” olarak değerlendirmek gerekir. Ancak bu ideal duruma ulaşmak kolay değildir. Uygulamada ise demokrasinin varlığı şu ölçütlerle tanımlanabilir; “(1) Etkin siyasal makamlar seçimle işbaşına gelmelidir. (2) Seçimler düzenli aralıklar ile tekrarlanmalıdır. (3) Seçimler serbest, adil olmalı, ve genel oy ilkesi uygulanmalıdır. (4) Seçimlere birden fazla siyasal parti katılabilmelidir. (5) Muhalefetin iktidar olabilme şansı olmalıdır. (6) Ülkede temel kamu hakları güvence altına alınmış olmalıdır.”(2). Bu ölçütlerin şekil niteliği dikkate alındığında, demokrasinin içerik olarak taşıdığı ölçütler de akla gelebilir. Çeşitli kaynaklarda farklı içeriklere vurgu yapılsa da; insan hak ve hürriyetlerinin korunması, kuvvetler ayrılığı, bağımsız yargı erki, hukuk devleti, alternatif enformasyon ve laiklik gibi kavramların, demokrasinin günümüzdeki içeriğinin temellerini oluşturduğunu söyleyebiliriz.

Platon, Devlet adlı eserinde, demokrasinin şekilsel özelliklerinin onun kolaylıkla bozulmasına neden olabileceği tehlikesine dikkat çekmiştir. Demokrasinin günümüzde kazanmış olduğu içerik, şekilsel alandaki olası tehditleri ortadan kaldırabilmektedir. Ancak bunun için içerikte bulunan kavramların hepsinin ayrı ayrı ve birlikte çok önemli olduğunu vurgulamamız gerekir. Burada özellikle alternatif enformasyon üzerinden bir değerlendirme yapmaya çalışacağım. Cumhuriyet, yönetimin meşruiyeti halka dayandığından akla hitap ederken, monarşide birliğin sağlanması, semboller üzerinden duygulara dayalı olarak gerçekleşir (3). Bunu algılaması biraz güç olsa da şöyle ifade etmek mümkündür. Egemenlik tektir ve bölünmez, paylaşılmaz. Cumhuriyet rejiminde halk egemenliği temsil yetkisini bir hükümete seçimle devreder. Hükümeti oluşturan kişiler, meşruiyetini halktan aldığı için, halkın çıkarlarına uygun hareket etmek zorundadır. Bir iktidar baskı ve zor kullanmaya yöneldiğinde meşruiyetini kaybetmeye başlar. Halk seçimlerde başka bir iktidara meşruiyet zemininde egemenliği temsil yetkisi verir. Burada vurgulanması gereken konu, egemenliği temsil yetkisinin, egemenliği kullanma yetkisinden farklı olduğudur. Monarşide ise, hükümdar egemenliğin sahibi ve kullanıcısıdır. Meşruiyetini geldiği soydan alır. Halkın bunu yasal olarak kabul etmesini beklemek doğru değildir. Çünkü egemenliğin sahipliği yasadan çok inanca dayanır. Dolayısıyla monarşide birliğin semboller üzerinden ve duygularla gerçekleştiği söylenebilir. Aslında bu söylemi bir adım ileri götürebiliriz. Adı konmamış bile olsa, tek kişinin yönetimin bütün süreçlerine (planlama, teşkilatlandırma, koordinasyon, yöneltme, denetim) hâkim olduğu ve yönetilenler tarafından bunun (zora dayalı ya da gönüllü) kabul edildiği bir sistemde, bu tek kişinin iktidarının yasadan çok duygu ve sembollere dayalı olarak sürdüğünü söylemek yanlış olmayacaktır. 

Akla dayalı bir sistemin başarısı için, aklın yönetime yansıması esas olmalıdır. Bu iki şekilde olur; 1. Egemenliği temsil yetkisini veren halkın neden oy verdiğini duygulardan bağışık olarak bilmesi gerekir, 2. Yönetim sürecinde de halkın yönetimi etkileyebilme gücünün ve mekanizmalarının bulunması gerekir. Bunun için de yapılacak seçimlerde sandık başına giden halkın her konuda alternatif bilgi kaynaklarına özgür ve bilinçli olarak ulaşabilmesi beklenir. Demokratik yöntemlerden yararlanarak iktidara gelen bütün otokratik yönetimler, öncelikle halkın bilgiye erişimini kontrol etmek isterler. Rus tanklarını Berlin sokaklarında görene kadar Almanların Rusları yendiklerine inandıkları söylenir. Otokratik yönetimler, politikalarının sorgulanmasını istemezler. Bu iki nedenden kaynaklanabilir; ya iktidar gücü bir gurup çıkar çevresi tarafından kullanılmaktadır ve bu düzenin sürdürülmesi gerekmektedir ya da liderin gerçeklikle olan bağı bir şekilde kopmuştur. Her iki durumda da politik söylem, yeni bir sanal gerçeklik inşası ve inşa edilen sanal gerçekliğin desteklenmesi için kullanılır.

Tek kişinin yönetiminde politik söylem, öncelikle bir meşruiyet oluşturma üzerine kuruludur. Yukarıda bahsettiğimiz şekilde, eğer yönetim şekli monarşi ise, zaten meşruiyet kaynağı bellidir. Ancak cumhuriyet rejiminde otokratikleşen bir yönetim, akla ve hukuka dayanan bir meşruiyetten inanca dayanan bir meşruiyete geçiş yapmak zorundadır. Çünkü hiçbir halk baskı ve kötü yönetimi gönüllü olarak kabul etmez. Bu aşamada birliğe ilişkin bir inanç oluşturulmaya çalışılır. Türkiye'de siyaset biliminde karşılığı olmayan "milli irade" söylemi böyle bir çabanın ürünüdür. Seçimler hiçbir zaman bir toplumun tamamının iradesini yansıtmaz. Seçimler sadece milli egemenliği temsil yetkisinin yürütme boyutunu belirler. Çünkü milli egemenliğin kullanımı, yasama, yürütme ve yargı erkleri eliyle gerçekleşir. Milli irade söylemi, inanca dayalı meşruiyet oluşturma çabasının ilk adımıdır. Bu aynı zamanda siyasetin nesnel gerçeklikten kopmaya başladığı noktadır.

İktidarları en çok zorlayan konulardan biri, halkın alternatif enformasyona bağlı olarak, gerçek bilgiye erişiminin olmasıdır. Bu nedenle iktidarların medya ile ilişkileri, akademik çalışmalara konu olacak kadar geniş ve önemli bir konudur. Elbette medyanın da sorumlulukları ve uymak zorunda olduğu etik kuralları vardır. Özellikle kamu politikası süreçlerinde medya, halkın kamusal bir sorun hakkında farkındalığının artırılmasını sağlayarak, bu konuda üretilen kamu politikasının uygulamasının başarısına olumlu yönde katkı sağlar. Ancak siyasi iktidarlar, kamu politikası sürecinin başlangıcı olan "kamusal bir sorunun tespiti" konusunda her zaman kamu yararına hareket etmeyebilir. Oysa kamu yararı her kamusal faaliyetin ruhunu oluşturan bir kavramdır (4). Böyle bir durumda medya, halkın alternatif kaynaklardan haber alma hakkını gözetmek durumundadır. Elbette her medya kuruluşu farklı siyasi görüşleri destekleyebilir, nesnel gerçekliğin sadece bir boyutunu yansıtma politikası izleyebilir. Ama nesnel gerçekliğin çarpıtılması, insanlara sanal bir cennet sunulması medyanın "kamu görevi" yapma sorumluluğu ile uyuşmamaktadır. Siyasi iktidar-medya ilişkilerinde medya patronlarının bir takım haksız çıkarlar için kendilerini siyasi iktidara yakın olarak konumlandırmaları, çok sık rastlanan olgulardandır. Burada nesnel gerçekliğin bir boyutunu sunmak ile, halkı aldatmak arasında oldukça kalın bir çizgi vardır.

Bu tespitlerden sonra Türkiye üzerine değerlendirmemize başlayabiliriz. Türkiye, "Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi" uygulanmaya başlandıktan sonra yapılacak ilk seçimlere yaklaşmaktadır. Seçimlerin 2023 Haziranında yapılacağı yönündeki siyasi iktidar söylemine rağmen, 2022 yılında baskın bir erken seçim ya da 2023 ilkbaharında erken seçim ihtimalleri ise siyasi çevrelerde tartışılmaktadır. Anayasanın 101. Maddesinde Cumhurbaşkanının en fazla iki defa seçilebileceği hükmü bulunmaktadır. 2017 yılında yapılan değişikliklerde bu maddeye dokunulmamış olması, maddenin yürürlükte kalmasını sağlamıştır. Mevcut Cumhurbaşkanı'nın yeniden aday olabilmesi, sadece TBMM'nin seçimlerin yenilenmesi kararı almasına bağlıdır. Bu nedenle seçimin siyasi iktidarın söyleminde yer aldığı tarihten önce yapılması, R.Tayyip Erdoğan'ın yeniden aday olabilmesi için hukuki bir zorunluluktur. Ancak seçimin zamanında yapılması tercih edildiğinde mevcut Cumhurbaşkanı'nın adaylığına hangi yargı kurumunun karşı çıkabileceği, cevabı olmayan bir soru gibi durmaktadır. Elbette seçimlerle ilgili tek sorun bu değildir.

Seçime doğru yol alırken, Türkiye'deki alternatif enformasyon konusunda büyük sorunlar olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Halkın doğru ve tarafsız bilgiye erişimi neredeyse olanaksız hale getirilmektedir. Ekonomik bir krizin içinde olan ülkede alım gücünün düşmesi ve yüksek enflasyon, daha önce yaşanan krizlerle kıyaslandığında siyasi iktidarın oylarında beklendiği oranda büyük düşüşlere yol açmıyor görünmektedir. İşte tam da sorgulanması gereken olgu budur. AKP iktidarının çok başarılı olduğu konuların başında kendi kitlesini konsolide etmek olduğunu söyleyebiliriz. Bu başarının en önemli bileşeni, kendi seçmen kitlesinin taraftarlaştırılmasıdır. (Siyaset ve taraftarlık konusundaki yazım için (5) linkine bakabilirsiniz.) Taraftarlaştırılan kitleyi nesnel gerçekliği algılamaktan uzak tutacak bir medya düzeni ve siyasi iktidarın söz konusu kitle üzerinde kendi sanal gerçekliğini yaratan siyasi söylem, AKP'nin kitlesini konsolide etmede kullandığı stratejinin diğer bileşenleri olarak görünmektedir.

Burada bir kavramdan söz etmekte fayda vardır. Dünyada 2016 yılının en önemli kavramı olarak kabul edilen "Post-Truth" (Gerçek Ötesi) kavramı, nesnel gerçekliğin medya ve siyasi söylemle dönüştürülmesi ve sanal gerçeklik inşasını açıklayan bir kavramdır. Postmodern çağda bireyin gerçekliği anlamlandırmadaki dönüşümünün siyasi etkileri konumuzun özünü oluşturmaktadır. Çelik bu durumu şöyle ifade etmektedir; "Eğer birey örneğin siyaset alanında postmodern dönemin aşırı ayrıntılı ve karmaşık niteliğinde kime güveneceği konusunda rasyonel bir tavır alamayarak, bir biçimde özdeşlik kurduğu bir uzmana hak ve yetkilerini devrediyorsa, mutlak gerçeklik veya mutlak doğruluk tartışmaları anlamını kaybetmektedir"(6). Diğer bir ifadeyle artık birey, kendi adına düşünmesi için güvendiği bir figürün yarattığı sanal gerçekliğe olan inançla tavır almakta ve hareket etmektedir. İnanç, bilginin olduğu yerde son bulur. Bilmek, nesnel gerçekliğin bütün boyutlarıyla kabulüyle olur. Nesnel gerçekliği çarpıttığınızda ya da bütün boyutlarının algılanmasını engellediğinizde, inanç da varlığını sürdürecektir. Sanal gerçeklik inşasında olan da aslında budur. Birey, inandıklarını doğru kabul eder. Bireyin doğru kabul ettiği sanal gerçekliğin karşısına nesnel gerçekliği çıkarma çabası ise, çoğunlukla sanal gerçekliğin koruma duvarlarına çarpar ve sonuçsuz kalır. Burada anlatmaya çalıştığım konu, hiç kimseye ne yapması gerektiğini hatırlatmak değil, rasyonel bir analiz çabası olarak görülmelidir.

Medyada bir şekilde kolaylıkla yanlışlanabilecek söylemlerin siyasi iktidar tarafından sıklıkla dile getirilmesi, aslında halkın bütünü için yanıltma amaçlı bir söylem olarak görülmemelidir. Türkiye'nin ekonomik büyüklükte aşağılara düşerken ilk on ekonomi içerisinde yer almasının kısa ve orta vadede imkansızlığını bilmemek mümkün değildir. Ancak siyasi söylem, tam da kendi kitlesinin sanal gerçeklik algısına uygun bir yaklaşımı yansıtmaktadır. Böylelikle yaşadığı nesnel gerçeklik ortamındaki sorunların  yakın zamanda ortadan kalkacağına inanan bir kitlenin siyasi tavır ve tercihleri konsolide edilmiş olmaktadır. Elbette bu inanç, nesnel gerçeklikle bağdaşmayan kavram setleriyle de desteklenmektedir. Kitlenin karşısında bütün kötülüklerin kaynağı olduğuna inanılan bloklar oluşturulmaktadır. Dış güçler, faiz lobisi, terörist destekçisi gibi içeriği doldurulmaya muhtaç kavramlar, zaten inanmaya hazır kitleyi daha fazla bir arada tutmakta ve çözülmeyi yavaşlatmakta/durdurmaktadır. Mevcut medya düzeninde siyasi söylemin yanlışlanabileceği iletişim araçları kontrol altına alınmakta ve devlet bir baskı aygıtına dönüştürülerek nesnel gerçekliğin farkında olan kitlenin eylemsizleştirilmesi sağlanmaktadır. Demokrasilerin başarı ile sürdürülebilmesi için halkta demokrasi bilincinin yerleşmiş olması, ahlaki düzeyde olgun bir toplumsal yapının var olması ve insanların alternatif bilgi kaynaklarından nesnel gerçekliğin farklı boyutlarını öğrenebilme imkanlarının bulunması gerekmektedir. Aksi halde seçimler aynı rengin tonları arasında bir seçime dönüşür. Aynı siyasi hareketin farklı fraksiyonları (bölüngüleri) vatandaşa alternatif olarak sunulabilmektedir. Oysa hiçbir sorun, kendisini yaratan bakış açısıyla çözülemez.

Yaklaşan seçimler konusunda umudumu muhafaza etmekle birlikte, muhalefetin işinin sanıldığı kadar kolay olmadığını düşünenlerdenim. Seçim daha da yaklaştıkça güvenlikçi politikaların da desteği ile, elindeki kitleyi konsolide etme başarısını gösteren siyasi iktidarın seçimden istediğini alarak çıkması ihtimal dahilindedir. İnancı bilgiye dönüştürecek mekanizmalar bulunmadığı sürece, siyasi iktidar bu yarışta avantajlı görünmektedir. Muhalefet açısından geniş halk kitlelerini nesnel gerçeklikle buluşturmada sorun yaşanabilir, ancak bu asla mazeret olmamalı, umutsuzluğa düşürmemelidir. Muhalefet için Kartacalı komutan Hannibal'ın meşhur sözü ile bir hatırlatma yapmak isterim. "Ya yol bulacağız, ya da yol yapacağız".

Saygı ve sevgilerimle...

Özkan Leblebici

(1) Kemal Gözler, “Cumhuriyet ve Monarşi”, Türkiye Günlüğü, Sayı 53, Kasım-Aralık 1998, s.27-34. (www.anayasa.gen.tr/cumhuriyet.htm; 1.5.2004).

(2) Kemal Gözler, a.g.e.

(3) Kemal Gözler, a.g.e.

(4) https://www.blogger.com/blog/post/edit/6437777967896832870/4849115083371842449

(5) https://strasam.org/stratejisiyaset/siyaset-bilimi/siyaset-ve-taraftarlik-534

(6) Nuriye Çelik, "Post-Truth Çağında Gerçekliğin Sosyal İnşasına Sosyolojik Bir Bakış", Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi, (C.20, S.79), Temmuz 2021, s. 1540-1555, www.esoder.org


Bu yazı STRASAM'da yayımlanmıştır.

https://strasam.org/stratejisiyaset/siyaset-bilimi/siyasette-sanal-gercekligin-insasi-756

 

SAĞLIK POLİTİKASINDA NEREYE GİDİYORUZ?

Sevgili dostlar, kamu politikasının bir süreç içerisinde oluştuğunu ve siyasi iktidarın politika tercihlerinin asla tesadüf olamayacağını yazılarımda belirtiyorum. Dolayısıyla idari nitelikte bir kamu hizmeti olan sağlık hizmeti konusunda oluşturulan politikalar asla tesadüfler sonucunda oluşmadığı gibi, politika çıktıları ve sonuçlarının da tesadüflerle açıklanamayacağını belirtmek gerekir. Elbette politika uygulandıkça istenmeyen sonuçlar ortaya çıkabilir. Ancak bu istenmeyen sonuçlar yeni ortaya çıkan kamusal sorunlar olarak kabul edilmeli ve bunlara karşı politikada gerekli değişiklikler yapılmalıdır. Bu yönüyle kamu politikası süreçleri kesinlikle dinamik süreçlerdir. Yani bir politika oluşur ve oluşmaya devam eder.

Eğer kamu politikası kamusal bir sorundan değil de, küresel akımlardan etkilenerek oluşturuluyorsa, burada ülke dışındaki farklı yapıların politika transferinden söz edilir. AKP'nin 2002 Kasım ayında iktidara gelmesinden sonra yayınladığı AEP (Acil Eylem Planı) ile başlayan süreçte, Japon Kalkınma Bankası ve Dünya Bankası tarafından sağlanan kaynakların, Sağlıkta Dönüşüm Programının alt yapısını oluşturmak maksadıyla kullanıldığı bilinmektedir (1). Elbette politika transferi yoluyla yeni bir politika süreci başladığında, kamuoyunun da bu sürece hazırlanması gerekir. Bu aşamada aslında nitelik yönünden çok iyi örnek olan ancak nicelik yönünden yetersiz kalan SSK Hastanelerindeki kuyruklar, basın aracılığı ile algı operasyonu için kullanılmıştır. Yurt dışından ithal edilen ilaç ve aşılarda normalden 20-30 kat daha ucuza ihale yapabilen bir kurum, örnek alınacağına ve nicelik yönünden geliştirileceğine, küresel sermayeye boyun eğen bir sistem tercih edilmiştir.

Bunun yanında birinci basamağı önceleyen "Sağlığın Sosyalleştirilmesi Kanunu"yla oluşturulmuş sistem, bütün kurumları ve kültürüyle "kötü" ilan edilmiştir. Oysa bugün birinci basamağın güçlü olmasının en az maliyetli ve en etkili sistem olduğu kabul edilmektedir. Uygulanan politikanın en önemli çıktılarından biri olan "Şehir Hastaneleri", optimum büyüklüğün çok üzerindedir. İnsanların birinci basamak sağlık hizmetini kolaylıkla atlayarak ikinci ve üçüncü basamağa ulaştığı bu sistemde düzenli bir sevk zinciri de kurulamadığından, hem devletin hem de sağlığa erişmek için çaba göstermek zorunda kalan halkın maliyetleri artmıştır. 2010 yılına gelindiğinde 10 yılda iki kat artarak 1 trilyon doları aşan dünya ilaç pazarı, yeni sistemin önceliklerini daha açık biçimde göstermektedir.

Sağlık Sisteminin Bileşenleri Dönüşümden Nasıl Etkilendi?

Sağlık hizmetinin finansmanında ülkeden ülkeye farklı modeller uygulanabilmektedir. Ancak finansman, tek başına sistemin işleyişi üzerinde etkili olamaz. Örneğin tamamen özel sağlık sigortası üzerine kurulu ABD sisteminde sağlık harcamaları Avrupa ülkelerinin iki üç katı kadardır ve sağlık hizmetine erişimde büyük sorunlar yaşanmaktadır. Her sigorta temelli sistem bu kadar sorunlu değildir. Almanya'da farklı sigorta modelleriyle yüzde yüze yakın bir kapsayıcılık sağlanmıştır. Türkiye'de SDP ile ihdas edilen genel sağlık sigortası uygulamada çok başarılı olamamıştır. Uzun dönemde devletin sağlık harcamaları artmıştır (2). Bunun yanında özel sağlık kuruluşlarının sayısı artarken, bu kuruluşlara halkın kolayca ulaşabilmesi etkin olamayan bir maliyet artışına sebep olmuştur. Aslında sağlık hizmetinin özelleşmesi ve özel sağlık sigortaları, bu sistemin bilinen ve planlanan sonuçlarından olmakla birlikte resmi politika dokümanlarında bu hedefler öne çıkarılmamıştır. Her kamu politikasının açıklanan hedefleri dışında farklı hedefleri olması mümkündür, ancak bu açıklanmayan hedeflerin belirlenmesinde kamu yararı ilkesi gözetilmiyorsa, bu durum siyasi iktidarlar açısından meşruiyet ve hukuka uygunluk tartışmaları yaratır.

Devlet hastanelerinin "müşteri odaklı" sağlık hizmeti sunmaya başlaması ile birlikte, hastanelerde yöneticiler, maliyetleri kısmak, hasta devir hızını artırmak gibi sağlıkta ciddi olumsuz sonuçlara yol açabilecek uygulamalara gidilmesini görevlerinin bir gereği olarak algılamaya başlamıştır. Oysa sağlık hizmetinin en temel amacının insan hayatının korunması olduğu tamamen unutulmuştur. Bir yandan hastane yöneticileri üzerinde kâr baskısı, bir yandan bütçedeki kısıntıların artışı, yöneticileri sağlık açısından ölümcül sonuçları olabilecek tercihlere yöneltmektedir. Mesleğinin sorumluluğunun bilincinde olan çalışanların uyarıları ise, genellikle çalışma huzurunu bozacak çatışmalara dönüşmektedir. Bütün bu sorunların nereden kaynaklandığı görülmediği sürece insanlar birbirleriyle kavgalı olacak, hukuk sadece bu kavgaların taraflarının haklılığını/haksızlığını tartışacaktır. Doktorlar ve diğer sağlık personeli arasında çalışma barışını bozabilecek aşamaya gelen tartışmalar, parasallaştırılmış sağlık hizmetlerinin sonuçlarından başka bir şey değildir aslında.

SDP'nin önemli sonuçlarından biri de, sağlık çalışanlarının emeklerinin piyasa kurallarına göre belirlendiği ve eğitimin, tecrübenin, bilginin değersizleştirildiği bir düzenin oluşma emarelerinin görünmesidir. Sermaye gurupları tarafından ticari olarak açılan ve devletle olan ilişkilerini kişisel bağlantılar üzerinden yürüten özel sağlık kurumları açısından sağlık çalışanları sadece ücretli bir çalışandır. Bunun adına beyaz yaka ya da mavi yaka demeniz hiç bir şeyi değiştirmez. Ülkenin genel ücret düzeyi düştüğünde sermaye sahipleri personel giderlerini nasıl buna göre ayarlıyorsa, sağlık sektöründe olan şey de farklı değildir. Ülkedeki genel ücret düzeyindeki düşüş, en büyük memnuniyetsizliği eğitimli ve kalifiye çalışanlarda yaratır. Bunun doğal sonucu, küresel işgücü pazarında her zaman geçerli olan alanlardaki işgücünün yurt dışına kaçışıdır (Burada kaçış kelimesi işgücünün yönünü anlatmak için kullanılmıştır. Herhangi bir yargı içermemektedir). Gidilen ülke açısından hiç bir eğitim masrafına katlanmadan sahip olunan işgücü, büyük bir hediye olsa da, gönderen ülke açısından hem maddi hem yaşam kalitesini değiştirecek boyutta manevi kayıptır. Devleti yöneten siyasi iktidarların amacı, yetişmiş insangücünü başka ülkelerin hizmetine altın tepside sunmak değil, ülke insanının çıkarları ve refahı için ülkede tutabilmektir. Bu da hamasetle ve sanal gerçeklik inşası ile mümkün değildir. 

SDP'nin başlangıcında özel hastanelerde kırmızı halıda karşılanan insanların, sonrasında sağlık hizmetlerine erişimde sorunlar yaşamaya başlaması karşısında sağlık çalışanlarına şiddete yönelmesi, uygulanan sağlık politikasının istenmeyen sonuçlarından biridir. Ancak bu kamusal sorun karşısında siyasi iktidarın iki seçeneği vardır; ya şiddete karşı gerekli tedbirleri alacaktır ya da sağlık çalışanlarını, kendisine iktidarda kalmayı sağlayan sağlık hizmetlerinin iyi olduğuna inanan halkla karşı karşıya bırakacaktır. Mevcut durumda iktidar, ikinci politika tercihini açıkça olmasa da zımnen yapmış görünmektedir. Sağlık çalışanlarının iş yükü dünya standartlarının çok üzerindeyken onlardan, hastaların tepkileri konusunda empati beklemek bile çok büyük haksızlıktır. Çünkü gerçekte olması gereken, devletin ve onu yönetme görevini üstlenen siyasi iktidarın sağlık hizmetleri konusundaki yetersizlikleri görmesi ve bunları kamusal bir sorun olarak kabul edip çözümleyici politikalar üretilmesine ortam sağlamasıdır. Sağlık çalışanlarına yönelen şiddetin karşısında, "bu işin sorumlusu benim çalışanlarım değil, benim" diyebilmesidir. Ama bunu diyebilmek ancak demokratik hukuk devletlerinde olur.

Sonuç

SDP, istenen ve istenmeyen sonuçlarıyla, Türk Milletinin gerçekleriyle uyuşmayan bir politika tercihidir. Bu politika tercihi sadece siyasi iktidarın tercihleriyle oluşmamıştır. Bu süreçten kazançlı çıkanları alt alta yazdığınızda, belki listenin en sonuna halkı yazabilirsiniz. İlk sırada ise, tartışmasız çok uluslu ilaç şirketlerini sayabiliriz. G. Mooney, "Küresel olarak DSÖ'nün etkisi azalmıştır, sağlık ve sağlık hizmeti finansmanında IMF ve Dünya Bankası'nın sağlık politikaları giderek daha fazla kendilerini göstermeye başlamıştır"(3) diyerek neo-liberal dönemin sağlık politikaları hakkında doğru bir kanaati aktarmaktadır. Sağlığın küresel boyutta nasıl bir kâr alanı yarattığını "Ulusların Sağlığı" kitabında anlatan Mooney'nin bu eserini sağlık alanında çalışan herkese tavsiye ederim.

Toplumsal dönüşümler kısa zamanda gerçekleşmez. Değişim için birey açısından geçerli olan zaman, toplum için aynı ölçekle değerlendirilemez. Kolektivist bir toplumun politika transferi ile bireyci bir topluma dönüşmesi için gereken zaman, bu dönüşümü yaşayan bireylerce algılanamaz. SDP ile gidilmek istenen hedefin, sağlığın bütün boyutlarıyla özelleştirilmesi olduğunu söylesem, hemen çok şiddetli itirazlar gelecektir. Yazdığım bir makaleden yola çıkarak diyorum ki, yaşanan "devletin din üzerinden neo-liberal dönüşümü"dür (4). Bu dönüşümün sancıları uzun döneme yayılmakla katlanılabilir olmaz. Sadece halkın yurttaşlık bilincinden uzaklaştığını gösterir. Yoksa siz hala sorunun sağlık politikaları olduğunu mu düşünüyorsunuz?

Sevgi ve saygılarımla...

Dr.Özkan Leblebici

(1) Nazan Savaş, (2020), "Dünya Bankası'nın Sağlık Reformları Üzerine Etkisi; Türkiye'de Sağlıkta Dönüşüm Örneği", ESTÜDAM Halk Sağlığı Dergisi, 2020; (5) 1.

(2) İclal Atilla, A. Gülay, (2020), "Türkiye’de Genel Sağlık Sigortası’nın Sürdürülebilirliği İçin Zorunlu Tamamlayıcı Sağlık Sigortası Modeli Önerisi", Uygulamalı Bilimler Fakültesi Dergisi, C.4, S.1, s.17-40

(3) Gavin Mooney, (2013), Ulusların Sağlığı Yeni Bir Ekonomi Politiğe Doğru, (Çev. Cem Terzi), Yordam Kitap, İstanbul, s. 52.

(4) Özkan Leblebici, “Devlet ve Din İlişkileri Bağlamında Devletin Din Üzerinden Neo-liberal Dönüşümü”, Memleket Siyaset Yönetim, Cilt: 9, Sayı: 22, Temmuz 2014, YAYED, Ankara, s. 349-376.


Bu yazı STRASAM'da yayımlanmıştır...

https://strasam.org/stratejisiyaset/siyaset-bilimi/saglik-politikasinda-nereye-gidiyoruz-1190

 

AFETLER VE KENTLER ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

Sevgili dostlar, ülkemizde nüfusun % 80'inden fazlası kentlerde yaşamaktadır. Kentlerde yaşayan nüfusun, ülkenin üretim tarzı da dikkate alındığında, kırsal ile belirli bir dengeyi koruması beklenir. Bunun yanında kentler, avantajlarının yanında bir çok dezavantajı da yapısal olarak barındırır. Bunlardan belki de en önemlisi, kentlerin afetlere karşı hassasiyetinin yüksekliğidir. Ünlü Fransız sosyolog ve filozof Henri Lefebvre, "kapitalizmin yirminci yüzyılın sonunu görebilmesini kent mekanını keşfetmesine borçlu olduğunu" söyler. Gerçekten de kentler sanayi üretiminin artışının mekansal ifadesidir. Bunun yanında kitlesel tüketimin de mekanı olmuştur. Kentlerin büyümesindeki hızlı artış, özellikle Avrupa'da sanayi devrimi ile birlikte gerçekleşmiştir. Nüfusu binlerle ifade edilen kentler, 100-150 yıl gibi bir sürede yüz binlerle ifade edilir olmuştur. İşte bu yüksek nüfus artışı, kentlerin işlevlerini dönüştürürken, bu büyük nüfusun yaşam alanına uygun binaların ve alt yapının oluşmasını da zorunlu kılmıştır. Ancak afetler ve onların yönetimi konusundaki bilgilerimiz oldukça yeni sayılır. Yani afet olgusu mevcut kentleşme olgusunun planlamasına doğrudan etki edememiştir. Tarihte her ne kadar yaşanan afetlerden edinilen tecrübeler yerleşim mekanlarını ve yapıları etkilemiş olsa da, bunların bütüncül olarak ele alındığını söylemek zordur. Dolayısıyla kentler afetlere karşı hassas mekanlar olarak kabul edilmeye başlanmıştır.

Kentler Neden Afetlere Karşı Daha Hassastır?

Afetler, doğal ya da insan kaynaklı olayların sonuçlarının toplumların ve insanların yaşantılarını kesintiye uğratan ve olumsuzluk yaratan boyutudur. Her şiddetli yağış, her deprem, her çığ düşmesi bir afet olmayabilir. Bunları afete dönüştüren, toplumların ve insanların bu olaylardan etkilenme derecesidir. Kentler, bu tür olaylar karşı bir kaç nedenden dolayı hassastır: 1. Her şeyden önce yaşayan nüfusun yoğunluğu, etkilenme derecesini artırır; 2. Üretimin yoğun olduğu mekanların etkilenmesi durumunda ekonomi bundan zarar görür; 3. Altyapının zarar görmesi neticesinde kamu zararı ortaya çıkar ve milli gelir kaybı yaşanır; 4. İnsan kaynağı olumsuz etkilenir ve telafisi uzun zaman alır. Afetlerin müteakip etkilerini de dikkate aldığımızda bu faktörlere yenilerini eklemek mümkündür. Kentlerin büyümesine ve kentleşmenin artışına bağlı olarak yirminci yüzyılda yaşanan afetlerde maddi kayıpların sürekli olarak arttığı tespit edilmiştir. Bu artışın sebepleri, kentlerin barındırdığı nüfusun artışına ve teknolojik gelişmeye bağlı olarak, üretim tesislerinin, altyapının ve eşyaların maliyetlerinin artmasıdır. Kent mekanında gerçekleşen afetlerde, afetin ikincil ve müteakip etkileri de daha fazla olmaktadır. Örneğin altyapısı zarar gören bir kentte, su kıtlığına bağlı olarak salgın hastalık riski yükselmektedir. Ya da toplu halde bulunulan mekanların fazlalığı nedeniyle can kayıpları kitlesel boyutlara ulaşabilmektedir. Afetin şiddetine bağlı olarak toparlanma çok uzun zaman alabilmekte ve müteakip etkiler artabilmektedir. Bu ve benzeri nedenlerle kentler afetlere karşı daha hassas mekânlardır.

Afet yönetimi kent planlamasıyla başlamalıdır. Eğer kentleşme plansız olursa, yetersiz altyapı sorunları kaçınılmaz olarak afet riski yaratan bir unsur olarak karşımıza çıkabilir. Örneğin bir semtte nüfus 50.000 kişi olsun. Bu kentin altyapısı oluşturulurken 100.000 kişilik bir kenti taşıyabilecek bir altyapı oluşturulmuş olsun. Eğer gerekli planlama yapılmaz ve rant uğruna bu kentin nüfusu 500.000 kişiye ulaşırsa, doğal olarak altyapı yetersiz kalacaktır. Normal koşullarda sıradan bir yağmur, kar yağışı ya da fırtına büyük bir keşmekeşe hatta afete bile yol açabilecektir. Altyapının yenilenmesi ise, kamu kaynaklarının verimsiz kullanımına neden olacaktır. Çünkü aynı altyapı 50 yıl sorunsuz kullanılabilecekken, 10 yılda yetersiz duruma gelecektir. Bundan dolayı, plansız kentleşme afet riskini ve afet kayıplarını artırmanın yanında başka riskleri de artırır. Örneğin bir ülkenin bütün sanayi tesislerinin bir bölgede yoğunlaşması, afet ve savaş gibi durumlarda çok büyük milli güvenlik riski doğurur. Aynı durum nüfusun yoğunlaştığı bölgeler için de geçerlidir.

Ülkemizde Kentleşmenin Artışı Nasıl Olmuştur?

İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD tarafından "küresel işbölümü" olarak tasarlanan yapıya uygun olarak Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelere girdilere bağımlı ve makineleşmiş tarımsal üretim tarzı dayatılmıştır. 1950'li yıllardan itibaren Amerikan traktörlerinin yardım adı altında verilmesiyle, tarımsal üretimde hızlı bir verimlilik artışı yaşanmıştır. Verimlilik artışının doğal sonuçlarından biri, köylerdeki işgücünün boşa çıkması olmuştur. Bu yıllardan başlayarak köyden kente hızlı bir göç dalgası başlamıştır. Kentlerdeki nüfus artış hızı bu dönemde yaklaşık % 7 civarındadır. Bu kadar yüksek oranda nüfus artış hızı, kentlerde birçok sorunu da beraberinde getirmiştir. Hızlı konut ihtiyacı, çarpık yapılaşmayı ve gecekondulaşmayı artırmıştır. Hatta 1966 yılında gecekondu kanunu çıkarılmıştır. Hızlı yapılaşma, bir taraftan altyapı sorunları yaratırken, diğer taraftan rant alanları yaratmıştır. Bu rant alanları, iktidarların sırtını dayadığı sermaye sınıfı tarafından istismar edilmiştir. Planlama, denetim ve teknik düzenleme eksiklikleri de eklendiğinde kentler, afetlere karşı aşırı hassasiyet taşıyan mekanlara dönüşmüştür. Elbette bütün bu gelişmeler, birçok detay ve birçok boyut içermektedir. Burada kısaca özetlemeye çalıştığım sürecin sonucu afetlere ancak olduktan sonra müdahale edebilen bir afet yönetim anlayışı olmuştur.

Ülkemizde plansız kentleşmenin en somut örneği İstanbul'dur. 1950'li yıllarda hazırlanan raporlarda 10 milyonu geçmemesi gerektiği belirtilen kentin nüfusu plansız büyüme nedeniyle 20 milyon gibi yönetilmesi zor rakamlara ulaşmıştır. 1973 yılında açılan birinci köprü yapılırken kentin ulaşım planının genel kent planı içerisinde bütüncül olarak ele alınması gerektiğini savunanlar, iş bilmezlikle suçlanmıştır. Sonuçta kentin nüfusu on yılda ikiye katlanmıştır. Aynı durum ikinci köprüde de yaşanmıştır. Rant uğruna kentin dokusu bozulmuş, sanayisi ve nüfusuyla afete karşı artan hassasiyetin yanında milli güvenlik risklerini de artıran bir metropol ortaya çıkmıştır. Bugün, akşam saatlerinde otoyol güzergahı olan Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'ne her iki yönden geliş ve geçiş, özellikle yağışlı havalarda 2 saate kadar uzayabilmektedir. Bu araç trafiği, ülke kaynaklarının israfının yanında olası bir afete karşı da aşırı hassasiyet yaratmaktadır. Ancak bu durum, bir kişinin ya da bir hükümetin sorunu değildir. Özellikle 1950'lerden itibaren bilime ve bilimin gerektirdiği planlama ilkelerine uyulmadan kent mekanı adeta yağmalanarak içinden çıkılamaz hale getirilmiştir. Olası bir İstanbul depremi konusunda mevcut yapı stokunun yenilenmesi çok büyük bir sorun alanı olarak önümüzde dursa da, aslında kent her yağışta küçük bir afet yaşamaktadır. Diğer kentlerde durum farklı mıdır? Kesinlikle hayır.

Sonuç

Afet yönetiminin en önemli özelliği, yaşanan afetlerden sonra örgütsel öğrenmenin çok ön plana çıktığı bir çalışma alanı olmasıdır. Günümüzde teknolojinin sağladığı imkanlarla, her afet türüne karşı alınabilecek tedbirler kolaylıkla tespit edilebilirken, aynı yerde iki yıl arayla sel baskınına vatandaşların kurban verilmesi, "kader" diyerek geçiştirilemeyecek kadar vahim bir durumdur. Yönetim sorumluluğu, merkezi ve yerel yönetimler tarafından üstlenilmesi gereken bir sorumluluktur. Her yönetim kademesinin afet yönetimi konusunda görevleri vardır. İdarenin bütünlüğü ilkesi gereği, yerel ve merkezi yönetim bir bütündür. Dolayısıyla afetlere karşı alınacak tedbirler kapsamında, bir bütünün parçaları olan bu iki yapının koordinasyon içerisinde çalışması gerekir. Bu durum, kimsenin inisiyatifine kalmayacak olan anayasal bir zorunluluktur.

Afetler her zaman doğal olaylar sonucunda ortaya çıkmaz. Bazen insan yapısı olaylar da afete dönüşebilir. Bu tür olaylara karşı alınabilecek önlemler, daha kesine yakın olarak belirlenebilir. Çünkü afete yol açabilecek faktörlerin tamamı kontrol edilebilir düzeydedir. Bu nedenle, doğal afetlerde (çok sınırlı bir değerlendirme açısından) "mücbir sebep" sayılabilecek  kayıplar için, insan kaynaklı olaylarda bu nitelemeyi yapmanın hukuki zemini yoktur. Örneğin maden kazalarının önlenmesi için yapılması gerekenler büyük bir kesinlikle bilimsel olarak belirlenmiştir. Eğer bunlar yapılmamış ve ortaya kayıplar çıkmışsa, burada yönetim sorumluluğu mutlaka vardır. Bu yönetim sorumluluğu sıralı olarak işletmeden başlar ve afetin özelliğine bağlı olarak devletin en üst kademesine kadar uzanır. Eğer yönetim dizgesindeki kişiler bu sorumluluğu kabul etmekte isteksizlerse, bunun açıklamasını hukuki olarak yapmak imkansızdır. Bu durumda yapılabilecek tek açıklama, bundan bin yıl önceki gibi afetlerin "tanrısal bir takdir" olduğudur.

Saygı ve sevgilerimle...

 Bu yazı aşağıdaki linkte yayımlanmıştır...
https://strasam.org/analiz-ve-raporlar/analiz/afetler-ve-kentler-uzerine-dusunceler-1275

            SİVİL TOPLUM VE TEMSİLİ DEMOKRASİNİN GELECEĞİ

https://strasam.org/stratejisiyaset/siyaset-bilimi/sivil-toplum-ve-temsili-demokrasinin-gelecegi-1242

 Sevgili dostlar, sivil toplum düşüncesinin gelişiminde rol oynayan en önemli unsurlardan biri, egemen gücün sınırlandırılması yönünde yaşanan tarihsel gelişmeler olmuştur. Egemen gücün sınırlandırılması anlamında en önemli adım, Magna Carta (Büyük Sözleşme)’dir. Kralın yetkilerinin bir kısmından vazgeçtiği bu sözleşmeden sonra, burjuvazinin güç kazanmaya başladığı bir tarihsel süreç başlamıştır. Konumuzla dolaylı olarak bağlantılı olan olgu ise, kilisenin de bu durum karşısında güç kaybetmeye başladığı bir sürece girilmiş olmasıdır. 16 ve 17. Yüzyıllarda güçlenen burjuvazinin göreli özerklik talepleri, monarkın kişiliğinde gerçekleşen egemenliğin aşama aşama halka geçmesini sağlamıştır.

Burada merkezileşen bürokrasiyi ve devlet gücünü vurgulamakta fayda bulunmaktadır. Bu güç, çıkarların korunması ve genişletilmesi adına diğer güçlerle savaşmayı gerekli kılmıştır. Elbette savaşların finansmanı için en önemli kaynak, vergilendirme olmuştur. Vergi gelirleri içerisindeki payı çok yüksek olan burjuvazi, 17 ve 18. Yüzyıllardan itibaren halk egemenliğinin kurumsallaştığı parlamentoları oluşturan devrimlerin de itici gücü olmuştur. Söz konusu yüzyıllar, tarihsel olarak sivil toplum düşüncesinin politik toplum adını verdiğimiz siyasi yapıdan göreli özerkliğini kazanmaya ve “politik toplum-sivil toplum karşıtlığı” çerçevesinde kavramlaşmaya başladığı bir dönemdir. Burada anlatmaya çalıştığım olayları her toplum kendi özgün koşullarında yaşamış olsa da, genel çerçevenin bu şekilde oluştuğunu söyleyebiliriz.

Demokrasi ve Temsiliyet Arasındaki İlişki Nedir?

Devleti oluşturan üç önemli unsurdan biri olan egemenliğin halka geçişi, halkların kendi kendini yönetme pratiğini de geliştirmiştir. Atina Demokrasisinden yola çıkan demokrasi düşüncesi, tarihsel birikimle birlikte halkın kendi kendini yönetme pratiğini de içeren yeni bir demokrasi anlayışına evrilmiştir. Bu yeni anlayış, yurttaş hakları ile birlikte insan haklarını da modern devlet yapısının vazgeçilmez bir parçası olarak yeniden tanımlamayı gerekli kılmıştır. Elbette tarihte bu gelişimi önceki dönemden ayıran kesin sınırlardan söz etmek mümkün değildir. Örneğin 1791 yılında (yani devrimden iki yıl sonra) Fransız parlamentosu, insan haklarının plantasyonlardaki kölelere uygulanamayacağı yönünde karar alır. Diğer bir deyişle, Fransız Devrimi ile birlikte bir anda her yerde güller bitmemiştir. Ancak yurttaşlık bilincinin parlamentoların ortaya çıkışından sonra süratle geliştiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Halk kendisine ait olan egemenliğe sahip çıkmaya başladıkça politik toplum karşısında sivil toplumun göreli özerkliği aşama aşama gerçekleşmiştir. Bunun için de en önemli unsur, vergi veren halkın, kendini yönetme konusunda daha istekli ve daha bilinçli olmasıdır. Mademki egemenlik halkındır, o zaman vergisini veren halkın bu verginin nereye harcandığı konusunda da söz sahibi olması gerekir.  

Halkın ödediği verginin nereye harcandığı konusunda söz sahibi olması, kararlara katılım konusunu gündeme getirir. Günümüzün karmaşıklaşmış toplumsal yapısında bunun doğrudan gerçekleşmesi, fiziki olarak mümkün görünmemektedir. Dolayısıyla halkı temsil eden parlamentoların oluşumunun temsiliyete en geniş şekilde imkân tanıması gerekmektedir. Ancak bu da yeterli değildir. Günlük hayatın akışında halkın yaşantısını doğrudan ilgilendiren konularda alınacak kararların, daha geniş anlamda oluşturulacak politikaların, süreçlerinde halkın temsil edilmesi gerekmektedir. Belki de günümüzde sosyal bilimlerde en önemli tartışma alanlarından birini oluşturan bu sorunun çözümü sanıldığı kadar kolay değildir. Sadece kurumsal çözüm önerileri ile çözülemeyecek bu sorunda, dikkate alınması gereken ve her birinin geliştirilmesi zaman alabilecek birçok parametre bulunmaktadır. Halkın demokrasi ve vatandaşlık bilincinin geliştirilmesi, siyasetin bir çıkar alanı olarak görülmekten kurtarılması, devletin işlevlerinin hukuk çerçevesinde sağlam bir zeminde tanımlanması, bütün kurumlarda kurumsal hafızanın ve demokrasi bilincinin geliştirilmesi, hukuk devletinin bütün tarihsel birikimi ve kurumlarıyla tesis edilmesi, bunlardan çok önemli gördüğüm bir kaçıdır. Çünkü günümüz demokrasisi ve toplum yapısı, sadece seçimden seçime oy vererek temsiliyetin sağlandığını düşünecek kadar ilkel bir düşünce yapısını kaldıramayacak kadar karmaşıktır. Temsili demokrasinin kendi içerisindeki çelişkiler, katılım mekanizmalarının kolaylaştırılması ile gerçekleştirilecek katılımcı demokrasi ile ortadan kaldırılabilir. Ancak burada önemle olan, katılımın derecesinin politik toplum penceresinden bakıldığında ne kadar kabul göreceğidir. 

Temsiliyette Sivil Toplumun Rolü Nedir?

Sivil toplum ile politik toplum arasındaki ilişkiyi bir metaforla tanımlayabiliriz. Biri sivil toplumu, diğeri politik toplumu temsil eden iki farklı renk balonumuz olsun. Bu iki balonu bir kutunun içinde boşluk kalmayana kadar şişirdiğimizi düşünelim. Bu aşamadan sonra daha fazla şişen balon, diğer balonun alanını daraltacaktır. Aslında alanı daralan balonun hava basıncına dayanımı artarken diğerinin ki azalacaktır. Herhangi bir balonun patlaması durumunda diğerinin zarar görmemesi düşünülemez. Daron Acemoğlu’nun “Dar Koridor” kitabı, başarılı toplumlarda politik toplum ile sivil toplum arasında bir denge koridoru olduğundan söz eder. Bu koridorun bir tarafa doğru aşılması, yani sivil toplumun ya da politik toplumun ağırlığının diğeri aleyhine artması durumunda bunun birçok toplumsal parametrede bozulmaya yol açacağını söyleyebiliriz. Öyleyse sivil toplum ile politik toplum arasında bir denge kurulmalıdır. Bu denge olmadığı/oluşmadığı durumlarda, temsiliyetin sağlanması da çok zordur. Güçlü bir politik toplum karşısında sivil toplumun temsiliyeti en iyi ihtimalle göstermelik uygulamalardan öteye geçemez. Ya da sivil toplumun çok güçlü olması durumunda politik toplumun işlevlerinde yetersiz kalması, politika üretebilme kapasitesinin daralması kaçınılmaz olur. 

Sivil toplum, politik toplumun karşısında ancak örgütlü bir yapıyla var olabilir ve demokrasinin gerektirdiği temsiliyeti sağlayabilir. Bu nedenle bir toplumda sivil toplumun örgütlü yapısı olan derneklerin, sendikaların, meslek örgütlerinin örgütlülük düzeyi ve kuruluş amaçları doğrultusunda faaliyet gösterebilme kapasitesi, temsiliyeti doğrudan etkileyen unsurlardır. Burada sivil toplum örgütünün içerisinde de demokrasinin bütün olarak içselleştirilmiş olması önemlidir. Aksi takdirde bulunduğu konumu egolarını tatmin için bir araç olarak gören, bir gelir kapısı olarak algılayan zihniyetten bir sivil toplum örgütü yöneticisi çıkmaz. Olsa olsa politik toplumun gölgesinde sivil toplumculuk oynayan demokrasi düşmanı çıkabilir. 

Elbette bu aşamada sivil toplum örgütlerinin politika süreçlerindeki işlevleri önem kazanır. Her sivil toplum örgütünün kuruluş amacına bağlı olarak politika sürecine etki etmesi beklenir. Bunun için politik toplumun da politika süreçlerinde katılımı kurumsallaştırmış ve içselleştirmiş olması beklenir. Gerektiği gibi işlemeyen/işleyemeyen bir politika sürecinde sivil toplum örgütlerinin sembolik varlığı, kamu politikasının başarısızlığının da sebeplerinden biridir. Politika sürecinde sivil toplum örgütlerinin katılımcı olarak kendi üyelerinin görüşlerinin süreçteki temsilini sağladığı bir yapıda, kamu politikası toplumsal uzlaşmanın bir sonucu olarak ortaya çıkar. Kamu politikasının katılımcı demokratik bir süreçte oluşması, sivil toplum örgütleri üzerinden temsiliyetin de üst düzeyde gerçekleştiğini gösterir. 

Sonuç

Sivil toplumun gelişmiş olduğu toplumlarda temsiliyet, politik toplum tarafından bahşedilen bir lütuf değil, vatandaşlık hakkının ve bilincinin gereğidir. Bu gereklilik, sivil toplumun örgütlü yapısının güçlü olmasına ve vatandaşların kendi görüşlerine uygun örgütlü yapılarda, kamu politikası süreçlerine etki edebilmesine imkân tanır. Elbette politik toplum da sivil toplum örgütlerine birer politika meşrulaştırma aracı olarak bakma lüksünü kendinde göremez. Ancak bütün bunların temelinde yatan düşünce, egemenliğin halka ait devredilemez bir güç olduğu gerçeğidir. Egemenlik halka aitse, halkın politik süreçlere katılım mekanizmalarının önündeki engellerin kaldırılması gerekir. Demokrasi bilinciyle hareket eden sivil toplum örgütleri, bu mekanizmanın en önemli parçalarıdır. Halkın sivil toplumun örgütlü yapısının içerisinde yer alması için vatandaşlık bilincinin yanında, yeterli bir gelir düzeyinin de olması gerekir. Çünkü sivil toplum örgütlerinin faaliyetlerini sürdürebilmek için en önemli gelir kalemi üyelerin aidatlarıdır. Oysa Türkiye’de birçok sivil toplum örgütü, maddi yetersizlikler nedeniyle kuruluş amacına yönelik çalışma yapabilmekten çok uzaktır. 

Sivil toplumun güçlü olduğu ülkede demokrasi, kimsenin savunuculuğuna ihtiyaç duymaz. Politik toplum, sınırlarının farkında olur ve bu sınırları aşmaya gerek de görmez. Eğer ülkemizde demokrasinin kurumsallaşması isteniyorsa, bunun yolu güçlü bir sivil toplumdan geçmektedir.