15 Aralık 2021 Çarşamba

 

TÜRKİYE'DE DEMOKRASİ VE SİYASET ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME

     Sevgili dostlar, burada daha önce çeşitli vesilelerle demokrasiden bahsettiğimi hatırlarsınız. Günümüzde demokrasinin "halkın kendini yönetmesi" anlamından "nasıl" sorusunun cevabının arandığı kavramlar setine dönüştüğü bilinen bir gerçektir. Nasıl sorusunun cevabı aynı zamanda demokrasinin tarihsel süreçte algılanma biçimini de değiştirmiş ve geliştirmiştir. Teknolojinin sağladığı imkanlarla birlikte insan hak ve özgürlüklerinin genişlemesi, demokrasiye bütün toplum kesimlerinin siyasete aktif katılımını sağlayan ve gerektiren bir yönetim biçimi olma kimliği kazandırdığını söyleyebiliriz. Bunun yanında demokrasi üzerine yapılan tartışmaların ya sadece demokrasi ya da sadece siyaset perspektifinden yapıldığında genellikle eksik kaldığını da belirtmek gerekir. Nasıl sorusu bu nedenle önemlidir. Katılımın nasıl olacağı sorunsalı aynı zamanda neye olacağını da belirler. Yönetişim kavramıyla birlikte, halkın yönetime katılım mekanizmalarından bahsedilirken, adeta siyasetin kendisine korunaklı bir çerçeve çizdiğini görürüz. Sanki siyaset yapmak belirli ayrıcalıklı bir kesimin işiymiş gibi, "bunun üzerinden siyaset yapmayın", "şunun üzerinden siyaset yapmayın" gibi cahilce ya da bilinçli bir kötülük duygusuyla halk siyasetin dışında tutulmak istenir. Oysa iyi işleyen bir demokrasi için halkın apolitik değil, politik olması gerekmektedir. İşte bugün demokrasiden bahsederken, siyasetle olan bağını da ele alarak, Türkiye'de yakın dönemde yaşananlara farklı bir bakış açısı getirmeye çalışacağım.  

         Demokrasinin ilk örneği olarak kabul edilen "Atina Demokrasisi" kurgulanırken, halkın (oy kullanma hakkına sahip olan kısıtlı kesimin) politik olarak sosyalleşmesinin önemi, kent planlamasına da yansımıştır. Agora denilen alan, sitenin ticaretinin döndüğü, insanların bir araya geldiği, bir şekilde iletişim sağlayarak paylaşımda bulunduğu alanlar olmuştur. Bu yapı politik sosyalleşmeyi sağlamıştır. Roma'da nüfus yoğunluğu ve büyüklük dikkate alındığında, benzer yapının "forum" olarak isimlendirildiğini görüyoruz. Ticaret, toplumun ilişkilerini şekillendiren bir altyapı kurumu olarak ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla tarih boyunca halkın kendi çıkarları doğrultusunda siyasete yön verme isteğinin de başlıca sebebi olagelmiştir. Bütün bu süreçte, toplumsal olan kaçınılmaz olarak siyasi olmuştur. Hatta bazı düşünürler siyasi bağın ailede kurulduğunu iddia etmektedir. Orta çağda burjuvazinin krallık karşısındaki göreli özerk konumunu sağlayan da aynı alt yapısal etkendir. Bu etken aynı zamanda sivil toplum düşüncesinin devlet aygıtından bağımsız bir yapı olarak gelişmesinin de başlıca sebebidir. Ancak şunu vurgulamak gerekir ki; günümüzün çağdaş toplumlarını kökenindeki alt yapısal etkenden dolayı (Hegel'in tanımladığı gibi) burjuva toplumu olarak adlandırmak yanlış olacaktır. Diğer bir ifadeyle, toplumda ticaretin ağırlığı ne kadar olursa olsun, ekonomik alan dışında bir üst yapısal alanın da tarihsel süreçte gelişmiş olduğunu kabul etmemiz gerekir. Aynı alt yapısal alan gibi üst yapısal alanın da siyaset ile yakın bir bağı olduğunu belirtmekte fayda bulunmaktadır.

         Buradan sonra konuyu daha somutlaştırmak ve değerlendirmelerde bulunmak adına Türkiye örneğine geçebiliriz. Türkiye güç mesafesi yüksek olan bir toplumdur. Güç mesafesi, yönetenle yönetilen arasındaki otorite ilişkisiyle kurulan bağın yapısını tanımlayan bir kavramdır. Bu tip toplumlarda statü, yönetsel dizgede çok belirleyici bir rol oynar. Ama Türkiye'de genellikle bunun da ötesine geçilmektedir. Statünün gerektirdiği hiyerarşiye ilave olarak, toplumsal algı ile yaratılan ve adeta görünmez bir güç, statü sahibine bahşedilmektedir (!). Bunun en somut örneğini akademik alanda görmek mümkündür. Bir kişinin bilimsel çalışmaları ile almış olduğu unvanlar, adeta onu yarı tanrı (bazen tam tanrı) konumuna yükseltmektedir. Aslında akademik unvanın tek karşılığı, bir kişinin belirli bir alanda yaptığı çalışmaların, o kişiyi söz konusu alanda akademik bilgiye ve yeterliliğe sahip bir kişi yapmasıdır. Daha fazla algılanan her şey toplumsal statü algısından başka bir şey değildir ve içi boştur. Zaten bunu bilen akademisyenler hiç bir zaman o statünün ardına sığınma gereği duymaz. Entelektüel bir duruşu ve tutumu vardır. Asla egolarına yenik düşmezler. Ancak bilmeyenler, hangi sistemin içerisinde, hangi kurallarla ve hangi amaçla o unvanı aldığını unutur ve o unvan olmadan yaşayamaz hale gelir. Kendi kişiliğine güveni olmadığından kendisini o unvanla tanıtır. Unvan kendisine yönetsel bir görev yüklemese bile, kendisini öğrencilerden, asistanlardan ve daha alt derecedeki unvanlılardan daha üstün görür. Bilgisinin tartışılmasına tahammül edemez, çünkü kendi varlığı bilgisine değil, unvanına bağlıdır ve unvanının zarar görmesinden korkar. Akademi konusunu daha sonra ayrı bir yazıda ele almak üzere burada bırakalım.

         Güç mesafesi yüksek toplumlarda çoğunlukla yönetilenlerin haklarının yönetenler tarafından dikkate alınmasında sorunlar yaşanır. Demokratik değerler açısından sorunun başladığı nokta da burasıdır. Kurumsallaşma sürecini tamamlamış toplumlarda statü sadece toplumsal işbölümünün bir parçası olarak algılanmalıdır. Eğer statü, sahibine yaptığı işten fazlasını veriyorsa bu defa kişi, kendisinin temel hak ve özgürlüklerden başlayarak, her konuda diğer insanlardan daha fazla hak ve özgürlüğe sahip olduğunu düşünmeye başlar. Bu da demokratik değerlerin aşınmasının başlangıcıdır. Örneğin bindiği makam aracının hakkı olduğunu düşünür. Lüks bir lojmanda oturmak da hakkıdır. Bu hakların kendisine sağlanması için kaç insanın hangi haklardan mahrum kalacağı onun sorunu değildir. Bir sonraki aşamada eleştirilere tahammülsüzlük başlar. Kendi konumunu muhafaza etmek için, birçok insanın hak ve özgürlüklerinin kısıtlanmasını savunabilir. Bir anda mevcut siyasal düzenin en sert savunucusu haline de gelebilir. Güç mesafesinin yüksekliği sadece şu durumlarda demokrasi ve demokratik değerler için bir tehdit oluşturmaz; 1. Toplumun eğitim seviyesi yüksek olduğunda, 2. Toplumun gelir seviyesi yüksek olduğunda, 3. Kurumlara (siyasete, hukuka, bürokrasiye) olan güven yüksek olduğunda.

         Türkiye'de üç maddede de saydığımız konularda sorunlar vardır. Bu nedenle de statüler, unvanlar, demokrasinin aşındırılmasına ve toplumsal gerçekliğin çarpıtılmasına sebep olmaktadır. Bunların çözülebilmesinin yolu, toplumun apolitikleştirilmesinden değil, siyasal sorunlara ilgi duymasından, siyasal sorunları konuşmasından, konuşmanın ötesine geçerek örgütlenmesinden ve bu örgütlü yapı içerisinde siyasi mücadele vermesinden geçer. Diğer bir ifadeyle politik sosyalleşmenin sağlanması gerekmektedir. Siyasi mücadele ifadesi, illa bir siyasi partinin lehine fikir savunmak değildir. Örgütlü toplumun siyaset üzerinde baskı unsuru oluşturan her eylemi siyasi bir mücadele biçimidir. Örgütlü sivil toplumun siyaset üzerinde baskı oluşturması, olumsuzluk olarak algılanmamalıdır. Tam tersine, sağlıklı işleyen bir demokraside siyasetçilerin halk tarafından denetimine imkan sağlayan bir olgu olarak görülmelidir.  

         Ancak Türkiye'de kısa zamanda demokratik değerler konusunda bir iyileşme beklenmesi aşırı iyimserlik olacaktır. Bunun temel nedeni demokrasi ile asla bağdaşmayacak bir siyasal sistemin, güç mesafesi yüksek ve içsel sorunlarını çözememiş bir toplumu demokratik değerlerden uzaklaştırmaya devam ediyor olmasıdır. Muhalefet bunu görmüş ve "güçlendirilmiş parlamenter sistem"e geçiş için ortak strateji oluşturma çabalarına girmiştir. Bu önemlidir. Ancak muhalefetin öngördüğü sistemin, 1982 Anayasası ile oluşturulmuş yapıdan çok farklı olmadığı söylenebilir. Dünyada iyi işleyen parlamenter sistemler incelendiğinde, iki meclisli yapılar olduğu görülür. Bu nedenle, yasamanın yürütme üzerinde denetiminin sağlanması adına, 100 adet senatörden oluşan ve siyasi partilerin ülke genelinde aldıkları oy oranına göre, hiç bir baraj olmadan belirlenecek bir senatonun da sisteme eklenmesinde büyük yarar olduğunu düşünüyorum. Aksi halde yasamanın, yürütme boyunduruğuna girmesini engelleyecek somut bir önerinin varlığından söz etmek güç görünmektedir. Yaşanan tecrübeler, sadece bakanların parlamentoya karşı sorumlu olmalarıyla bir parlamentonun güçlü olamayacağını göstermiştir. Kaybedilen uzun yıllar dikkate alındığında, bu ülkenin aynı acı tecrübeleri tekrar deneme yanılma ile öğrenmeye zamanının yetmeyeceğini söyleyebilirim. Unutulmamalıdır ki, halk devletin asli unsurudur. Bu nedenle  siyaset, belirli kişilerin sadece kendilerine bahşedilmiş (!) alanlarda gösterdikleri çabalardan ibaret kalmamalıdır...

         Sevgilerimle...

 

Dr. Özkan LEBLEBİCİ

Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi

ozkanleblebici@gmail.com

8 Aralık 2021 Çarşamba

 

TÜRKİYE'DE EKONOMİ VE SİYASET ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

     Sevgili dostlar, ekonomik durumdaki bozulmayla birlikte, siyasetin ülke gündemindeki ağırlığı azalırken, geçim kaygısı, enflasyon, faiz gibi konuların ağırlığının arttığı günler yaşıyoruz. Ancak gözden kaçırılmaması gereken bir konu var. Eğer siyaset ülke gündeminde gerçekten layık olduğu şekilde yer alsaydı ve tartışılabilseydi ekonomi bu durumda olmazdı. Siyaseti sadece kendi faaliyet alanı olarak gören kerameti kendinden menkul cahil siyasetçileri bir kenara bırakırsak, toplumsal olanın aynı zamanda siyasi olduğunu da bilmemiz gerekir. Elbette burada altyapı-üstyapı ilişkisi bağlamında bir analizden ziyade, güncel ekonomik koşulların siyasetle olan ilişkisini değerlendirmeye çalışacağım. Üniversitede lisans düzeyinde bir dönem "Genel Ekonomi" dersi vermiş olmamın beni ekonomist yapmayacağını bilerek haddimi aşmamaya dikkat ediyorum. Ancak ülkede haddini aşanların yarattıkları sorunları ele alırken, haddimizin sınırlarının sandığımızdan daha geniş olması gerektiğini düşünüyorum. Bu sınırlar, ülkedeki demokrasi anlayışının da bir göstergesidir.

         Öncelikle ülkenin şu anda yaşadığı ekonomik sıkıntıların bugünün sorunu olmadığını vurgulayarak söze başlayalım. 1971 yılında ABD'nin Doların değerinin altın karşılığı belirlenimini kaldırması ve uluslararası bir borç krizinin kapısını açması, Bretton Woods sisteminin sonu olmuştur. Dolardaki süratli değer kaybını petrol krizi takip etmiştir. Gelişmekte olan ülkelerin büyük borç yükü altına girdiği bu dönem, Uluslararası Para Fonu (IMF) açısından bu ülkelere politika ihracı için bir fırsata dönüşmüştür. Bu esnada Şili'de 1973'te Allende'yi deviren diktatör Pinochet önderliğindeki kanlı darbe sonrası, "Şikago Çocukları" olarak bilinen ultra-muhafazakâr iktisatçı grubun oluşturduğu neo-liberal politikalar, uzun bir dönemin ilk örneği olarak tarihte yerini alır. 1980'lerden itibaren dünyaya yayılacak olan özelleştirmeci, piyasalaştırmacı ve uluslararası sermayenin serbest dolaşımını sağlayan politikaların en önemli etkileri, temel ihtiyaçlara erişimde bile zorlanan geniş halk kitleleri yaratmak ve küresel sermayenin serbest dolaşımı ile içi boşaltılan gelişmekte olan ülke ekonomileri olmuştur. Neo-liberal dönemin özellikleri arasında devletin elinde bulunan madenlerin, kaynakların, fabrikaların ve kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi, küresel düzeyde şirket satınalamalar ve doğrudan yatırımlar yoluyla gelişmekte olan ülkelerin sisteme eklemlenmiş çevre ülkeler olarak konumlandırılması gibi bir dizi uygulamaları saymak mümkündür. Devlet yapılarında yaşanan dönüşüm de buna eşlik etmiştir. Devlet artık sadece politika belirleyici olarak konumlandırılmakta, vatandaş kamu hizmeti alan olmaktan çıkıp müşteri olarak tanımlanmaktadır. Kamu yönetimi, şirket yönetimi ile özleştirilmiş, kamu yönetimi kamusuzlaştırılmıştır. Türkiye'de neo-liberal politikaların uygulanmasının yolunu açan gelişme, 1980 askeri darbesi olmuştur. 1980 sonrası olanları sıraladığımızda bugün olanları anlamamız kolaylaşacaktır.

         Darbe ile birlikte parlamenter sistem büyük zarar görmüştür. 1982 Anayasasının en önemli özelliği yasama, yürütme, yargı arasındaki dengenin yürütme lehine bozulmuş olmasıdır. Senatonun kaldırılması, yürütmenin yasama üzerinde göreli üstünlüğünü sağlamış görünmektedir. Yürütmenin daha güçlü kılınmasının görünen gerekçesi, karar alma süreçlerinin hızlandırılması olurken, devlet yönetiminde doğruluk ve isabet, sürat ve eksikliğe feda edilmiştir. Bu dönemde IMF ve Dünya Bankası tarafından verilen kredilerle, sektörlerin düzenlenmesi, kamu hizmetlerinin piyasalaştırılması ve küresel sermayenin önündeki engellerin kaldırılması süreçleri uygulamaya konulmuştur. Reform adı altında sunulan politikalarla idari nitelikte birer kamu hizmeti olan sağlık ve eğitimde piyasalaşma süreci de süratle ilerlemiştir. İş güvencesi aşama aşama aşındırılmış ve sendikasızlaşma sermayenin talepleri doğrultusunda bir politika olarak uygulanmıştır. Kamunun verimsizliği üzerine kurgulanan özelleştirmeler, kamunun olan bütün kaynakları ve üretim araçlarını küresel sermayenin önüne altın tepside sunarken, kamunun kamusal hizmetlere ulaşımı ticarileştirilmiştir.

         Aslında burada anlatılanların her birini uzun uzun anlatmak mümkündür ancak konudan uzaklaşmamak adına tarihsel arka planı burada noktalamayı uygun buluyorum. Pandemi sürecinde gelişmişş ülkelerin tarihte görülmemiş düzeyde parasal genişlemeye gitmesi ile, küresel enflasyonun artış sürecine girdiği bir dönemi yaşıyoruz. Ama Türkiye'de ekonomide faiz, kur ve enflasyon bağlamında yaşananların bundan farklı sebepleri bulunduğunu söyleyebiliriz. Konuyu açmak adına faizin ne olduğundan bahsedelim. Aslında nasıl bir evi kiraya veriyorsanız, paranızı kiraya vermek de bundan farksızdır. Nasıl ki, evinizi kiraya verirken kira miktarını belirleyen birçok etken varsa, parayı kiraya verdiğinizde söz konusu olan faizi de belirleyen birçok etken vardır. Küresel sisteme eklemlenmiş bir ekonomi açısından faizin belirlenmesinde küresel gelişmeler önemlidir ancak temel belirleyici, sizin ekonominizin yapısıdır. Devletler borçlanma amacıyla tahvil çıkarırlar ve borçlanabilmek için tahvillere belirli oranda faiz vermek zorundadırlar. Her ülkenin küresel piyasalarda belirlenen ve ülke ekonomisinin güvenilirliğine dayanan CDS puanları vardır. Ülkenin kredi riskini gösteren CDS ne kadar yüksekse, ülkenin borçlanma durumunda ödeyeceği faiz de o oranda yükselir. CDS puanının yükselmesi, ülkenin karşı karşıya olduğu risklerin fazlalığı ile orantılıdır. Yani riskleriniz ne kadar düşükse, CDS puanınız düşük ve borçlanma faiziniz düşük olacaktır. Sermaye piyasalarında belirlenen CDS puanlarının tamamen manipülasyona açık olduğunu söylemek mümkün değildir. CDS aynı zamanda ülkenin ne kadar iyi/kötü yönetildiğine bağlı olarak değerlenir. 8 Aralık 2021 tarihli 5 yıllık CDS puanlarına bakıldığında Türkiye 533, Polonya 54, Almanya 8,90, Fransa 21, İngiltere 10, İspanya 34, İtalya 86, Brezilya 231 olarak görünmektedir[i] (Aşağıdaki linkten güncel olarak takip edilebilir). Asıl meseleye gelecek olursak, bir ülkede politika faizini siyasi bir kararla düşürmek, tahvil faizlerinin düşmesi anlamına gelmemektedir. "Halkımı faize ezdirmeyeceğim" diyen bir liderin yapması gereken, ülkenin iyi yönetilmesini sağlayarak CDS puanını düşürmek ve tahvil faizlerinin düşmesini sağlamaktır. Çünkü halkın üzerinde yük olan faiz, politika faizi değil tahvil faizidir (yani borçlanma faizidir). Bunu da siyasi kararla düşürmek imkansızdır. O halde bu söylemin sadece bir siyasi söylem olduğu ve halkı yanlış bilgilendirmek anlamına geldiği açıktır. Halkın bankalardan çeleceği kredi faizi için bu faiz oranını uygulamak bankaları zarara sokacağından, özel bankalar bu oranlarla kredi vermemekte, kamu bankaları ise kamu zararı pahasına talimatla kredi vermektedir. Kamu zararı ise, halkın sırtına binen borç yükü demektir.

         Elbette politika faizini siyasi bir kararla düşürmenin öneminin olmadığını söylemiyorum. Yapılan bu eylemin birçok sonucu olacaktır. Ülkenin CDS puanı yükselecek, döviz kurları artacak, ülkenin borçlarının yerel para birimi karşılığı artacak, tahvil faizleri artacak, kişi başına milli gelirin döviz cinsinden karşılığı azalacak, halkın üzerindeki borç yükü artacak ve halk fakirleşecektir. Bunlar benim varsayımlarım değil, ekonomi biliminin somut gerçekleridir. Bunların halka farklı şekilde aktarılması ise, siyaset biliminin etik değerlerle açıklayabileceği bir yaklaşım değildir. Bugün yaşananların tarihsel kökenini bilmek durumu iyileştirmese de, belki bugünler geçtikten sonra sorumlu bir vatandaş olarak ülkede olan bitenleri daha iyi anlamaya çalışabiliriz. Ya da önümüze konan ekmeği yerken, ertesi gün de aç kalmamayı umarak halimize şükrederiz. Her halk layık olduğu şekilde yönetilir, layık olduğu şekilde ağlar, layık olduğu şekilde güler...

         Sevgilerimle

 

Dr. Özkan LEBLEBİCİ

Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi

ozkanleblebici@gmail.com



[i] http://www.worldgovernmentbonds.com/sovereign-cds/