25 Nisan 2021 Pazar

 

AKTİF VATANDAŞLIK ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

         Sevgili dostlar önceki yazımda, sivil toplum düşüncesinin günümüzde kazandığı anlamı tanımlarken "aktif vatandaşlık" kavramından bahsetmiştim. Bugün kamu politikası bağlamında aktif vatandaşlığın ne ifade ettiği üzerine düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum. Ancak bunu yaparken, bazı önemli kavramları yeri geldikçe tekrar ele almamız gerekecektir. "Neden aktif vatandaşlık gereklidir?" sorusu bu yazımın temel sorusu olacaktır. Cevap ararken günümüzde etrafımızda olup bitenlerle bağ kurmak, anlatımı güçlendirmek adına bir tercihtir. Bu nedenle isimlerden ziyade olgular üzerinden konuşmak daha faydalı olacaktır diye düşünüyorum.

         Devlet belirli bir toprak parçası üzerinde bir insan topluluğunun egemenlik temelinde örgütlendiği siyasal bir örgüttür. Tarihte bilinen ilk devletle ilgili farklı görüşler olsa da, M.Ö. 4000'lerde Sümerler, M.Ö.2334'te imparatorluk kuran Akadlar ilk anılan isimler olmaktadır. Devletin ortaya çıkışında üretim örgütlenmesinin karmaşıklaşması ve güvenlik gibi nedenler etkili olmuştur. Ancak günümüze gelene kadar gerek toplumsal karmaşıklık düzeyinin artması, gerek farklı coğrafyalarda yeni devletlerin ortaya çıkması nedeniyle devletin işlevleri ve yapısı büyük değişime uğramıştır. Tarihsel gelişmesini bir kenara bırakarak, devletin unsurlarından biri olan egemenliğin halka devredildiği cumhuriyet kavramı üzerinden devam edelim.

         "Demokrasi cumhuriyetsiz olur ama cumhuriyet demokrasisiz olamaz" diye bir deyiş vardır. Halkın kendisine ait olan egemenliği kullanabilmesinin yolu demokrasiden geçmektedir. Ancak günümüzde üretim örgütlenmesi, sosyal yapı ve coğrafi koşullar, halkın kendisine ait olan egemenliği doğrudan kullanabilmesini kısıtlamakta ve zorlaştırmaktadır. Buradan hareketle, halk kendisini temsil edecek temsilcileri seçerek egemenliğini kullanmaktadır. Halkın bu seçimi toplumsal bir sözleşme çerçevesinde, egemenliğin doğrudan devrini değil, sadece temsilini ifade etmektedir. Çünkü seçilen temsilciler, egemenliğin tek temsilcisi değildir. Anayasamızdan yola çıkarak açıklamak istersek 6'ncı maddede halka ait olan egemenliğin yetkili organlar eliyle kullanılacağı belirtilmiş ve bu organlar yasama, yürütme, yargı olarak sıralanmıştır. Parlamenter rejimlerde halk seçimle yasama organını seçer, yasama organı da kendi içerisinden bir hükümet çıkararak yürütme organını belirler. Ancak ülkemizde artık parlamenter sistem fiili olarak bulunmadığından, Anayasanın 6'ncı maddesi etkisiz kalmaktadır. Zira bu madde demokratik parlamenter sisteme göre yazılmıştır. Daha kısa bir ifadeyle mevcut sistemde Anayasaya aykırı olarak halk, egemenliğini bir kişiye devretmiş görünmektedir. En azından fiili olarak durum böyledir.

         Mevcut sistemdeki bu çelişkileri bir kenara bırakıp temsili demokrasinin sorunlarına bakabiliriz. Temsili demokrasinin, günümüzde geldiği noktada egemenliğin temsilindeki sorunlar ve seçimler sonrasında halkın kendi egemenliği üzerinde her hangi bir denetim imkânı olmaması nedenleriyle olumsuz sonuçlar verebildiği görülmeye başlanmıştır. Elbette egemenliğin halk adına kullanılmasında yasama, yürütme ve yargının birbirleri üzerinde denetim işlevleri bulunduğunu söylemeliyiz ama bu durum, halkın demokratik seçimler dışında kontrol işlevlerinin bulunmadığı gerçeğini değiştirmemektedir. Demokrasinin ilk çağlardaki anlamının günümüzdeki kapsadığı kavram setine göre çok dar olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla günümüzde demokrasi, vatandaşa seçimlerde oy verme dışında sürekli olarak demokratik görev ve sorumluluklar yüklemektedir. Diğer bir ifadeyle temsili demokrasi artık demokrasinin günümüzde taşıdığı anlam ve önemi taşıyamamaktadır. Bunun yerine halkın seçimlerden sonra da yönetsel süreçlerin içerisinde yer alabildiği katılımcı demokrasi kavramının dünyada önem kazandığını görmekteyiz.

         Katılımcı demokrasinin önem kazanmasına bağlı olarak gündeme gelen en önemli kavram ise "Aktif Vatandaşlık" kavramıdır. Buna göre artık vatandaş, siyasal yapı karşısında edilgen olmaktan çıkmakta, her aşamada, yönetsel süreçler hakkında görüşlerini ifade edebilmekte ve siyasal sistemden taleplerde bulunabilmektedir. Bunun yansıması ise daha çok kamuoyu olarak kendini göstermektedir. Siyasal sistem ise, kamuoyuna duyarsız kalma lüksüne sahip değildir. Çünkü vatandaşın edilgenlikten çıkması ile birlikte, tarihsel olarak çeşitli filozoflar tarafından ele alınmış olan "iyi yönetilmeyi isteme" hakkı bir vatandaşlık hakkına dönüşmüştür. Medeni toplumlardaki kurumsallaşma düzeyinin yüksekliği, vatandaşın bu hakkını tarihsel olarak daima geliştirme yönünde bir etkide bulunmuştur. Artık gelişmiş demokratik toplumlarda yöneticiler yönetilenlerden bağımsız, onları dışlayıcı kararlar alamamaktadır. Peki bunu sağlayan mekanizma nedir?  

         Aktif vatandaşlık, her vatandaşa öncelikle devlet karşısında hak ve ödevleri konusunda bilgi sahibi olma sorumluluğunu yüklemektedir. Toplumsal sözleşme metni olarak ele alabileceğimiz anayasalar, tarihsel olarak egemen gücün sınırlandırılması fikrinden doğup gelişmiştir. Egemenliğin tek kişiden alınıp halka verildiği cumhuriyetler ile birlikte toplumsal sözleşme anlayışı yerini bulmuştur. Yani cumhuriyetlerde anaysalar halk egemenliğinin güvencesidir. Anayasaların düzenlediği hak ve özgürlüklerin kağıt üzerinde kalmaması ise, vatandaşların asgari düzeyde de olsa, bu metinde yer alan düzenlemeler hakkında bilgi sahibi olması gerekmektedir. Bunun bir sonraki aşaması, aktif vatandaşın örgütlü bir yapı içerisinde siyasal yapıya karşı haklarını ve çıkarlarını savunması olmaktadır. Dolayısıyla siyasal gücün karşısında sorumluluklarının ve haklarının bilincinde örgütlü bir sivil toplum, demokrasinin en önemli güvencesidir.

          Günümüzde gelişen teknoloji ile birlikte aktif vatandaşlık kavramı da gelişme göstermektedir. E-demokrasi kavramı vatandaşın birçok kamu politikası sürecine aktif olarak katılımına imkan vermektedir. İngiltere ve Fransa gibi ülkelerde yerel halkın sınırlı da olsa kararlara katılabildiği ağlar oluşturulmaktadır. Ancak "bu bir doğrudan demokrasi uygulamasının karmaşık modern toplumdaki yansıması olabilir mi" sorusuna şu an için yanıt vermek güçtür. Mevcut durumda söz konusu katılımı sağlayan mekanizma, meşruiyetini sivil toplum örgütlerinin etkinliği üzerinden sağlamaktadır.

         Örgütlü sivil toplumun kararlara katılım mekanizmalarında yer alması, kamuoyu oluşturması, görüş bildirmesi olgun bir demokratik anlayışla etkili olabilir. "Her şeyi biz biliriz", "bizim gibi düşünmeyen bizden değildir" gibi düşüncelerle sivil toplumu parçalamak ve baskı altına almak, politik toplumun başındaki siyasal iktidara belki seçim kazandırabilir ama devletin zayıflatılması sonucunu doğurur. Zayıflayan devletin kamu hizmeti sunmadaki etkinliği azalır. Burada kamu hizmetinden devletin varlık sebebi olan bütün hizmetleri kastettiğimiz bilinmelidir. Örneğin bir devletin güvenlik hizmeti geniş anlamda ele alındığında iç ve dış politikada ülkenin saygınlığının geliştirilmesinin de bir kamu hizmeti olduğu aşikârdır. Bu nedenle örgütlü sivil toplumu baskı altına alan bir uygulamada kamu yararı bulunması mümkün değildir. Sivil toplum örgütleri üzerinde devletin gücünü kullanarak "bizim istediğimiz kadar sivilsiniz" anlamına gelecek bir baskı oluşturmak, toplumda farklı fikir ve seslerin kısılması anlamına gelir ki, buradan doğru, başarılı bir kamu politikası üretmek imkansızdır.

         Örgütlü sivil toplumun başarısı ise aktif vatandaşlık bilinciyle hareket eden vatandaşların etkinliğinden kaynaklanır. Bir vatandaşın, uluslararası bir alanda ülkenin saygınlığının günden güne eridiğini görmesine, içerde hak ve özgürlüklerin baskılandığını hissetmesine rağmen sorunu farklı düşünen ve konuşanlarda araması, aktif vatandaşlıktan tamamen uzak bir düşüncedir. Aslında sorun tam da kendisidir. Eleştirdiği sorunların sebebi olduğunu bilmez ve örgütlü toplum kelimesini duyunca irkilir. Oysa aktif vatandaşların katılımıyla oluşan örgütlü sivil toplum, katılımcı demokrasinin gereği olarak politik toplumu denetleme görevini yerine getirebilecek en etkili yapıdır. Haklarınızın yendiğini ve elinizden hiçbir şey gelmediğini düşünüyorsanız, düşüncelerinize uygun bir sivil toplum örgütünde demokratik mücadelenizi vermeye başlayabilirsiniz. Ödediğiniz vergilerin nerelere harcandığını sorgulayabilirsiniz. Aktif vatandaş olmak sorumlu vatandaş olmaktır. Sorumsuz bir insanın ne kendine ne etrafına ne de topluma hiçbir faydası yoktur. Bu kişiler sadece kendi basit hazları için bütün bir toplumun bekasını tehlikeye attıklarının farkında bile değildirler. Oysa insanlık tarihi hep mücadele edenlerin hikayeleriyle doludur...

         Sevgilerimle...

 

Dr. Özkan LEBLEBİCİ

Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi

11 Nisan 2021 Pazar

 

SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

         Sevgili dostlar günlük yaşantımızda çevremizde olan bitenin arkasına baktığımızda birçok örgütlü yapının çevremizi kuşattığını görürüz. Bu örgütlü yapıların en büyüğü, politik bir örgütlenme biçimi olan devlettir. Bu örgütlenme biçimi, cumhuriyet rejiminde ülke sınırları içerisinde halk egemenliği ile meşruiyetini sağlar. Tarihsel süreçte egemenliğin halka geçmesi, burjuvazinin monarşi karşısında güç kazanmaya başlamasıyla gerçekleşmiştir. Bu durum aynı zamanda sivil toplum düşüncesinin gelişimi için de önemli bir aşamadır. Güçlü bir politik yapı karşısında bireyin haklarının korunması gerekliliği bu gelişmenin sonucunda ortaya çıkmıştır. Burada halk egemenliğinin devredilemez olduğunu vurgulamakta fayda vardır. Halka ait olan egemenlik, politik örgütlenme olarak tanımladığımız devletin kurumları aracılığıyla kullanılır. Bu yetki herhangi bir kişiye ya da zümreye devredilemez.

         Latince “civis” kökünden türetilen bir kavram olan sivil sözcüğü, "kentdaş/yurtdaş" anlamları taşımaktadır. Ancak sivil toplumun politik toplumdan ayrı bir kavram olarak tanımlanması, 17'nci yüzyılda oluşmaya başlamıştır. Bu döneme kadar, devletli toplumların tarihine bakıldığında politik toplum ile sivil toplum aynı anlamda kullanılmıştır. Burjuvazinin politik topluma karşı göreli özerkliğe kavuşmasıyla sivil toplum, politik toplumdan kavramsal olarak ayrışmıştır. Bu kavramsal ayrışma, devletin karşısında sosyal ve ekonomik olarak göreli özerkliğe sahip bir oluşumu ortaya koyar. Bu oluşumun kavramsal tanımlaması "sivil toplum"dur.

         Günümüzde sivil toplum kavramı ortaya çıktığı döneme göre hem işlev hem de içerik açısından gelişme göstermiştir. Karmaşık toplum yapısının egemenliğin kullanılmasını sağlamadaki meşruiyeti temsili demokrasi ile sağlanmaktadır. Diğer bir ifadeyle devletin yönetimi, temsili demokrasi ile kendini var etmektedir. Ancak temsili demokrasinin, küreselleşme ve oy çokluğu ile belirlenen yönetimin egemenliğin temsilini yerine getirmedeki eksikliği nedenleriyle bir krizin içine düştüğü savunulmaktadır. Temsili demokrasinin yerine çözüm olarak oluşturulan katılımcı demokrasi kavramı, halkın sadece oy verme işlemi ile yönetimi belirlediği bir yapıdan yönetimi kontrolünün ve çeşitli mekanizmalarla alınan kararlara katılımının mümkün kılındığı bir yapıya geçişi ifade etmektedir. Böyle bir katılım düşüncesinin arka planında aktif vatandaşlık kavramı bulunmaktadır. Yani günümüzde demokrasi anlayışının geldiği aşama, vatandaşlara oy vermenin dışında ve ötesinde, yönetimi kontrol etme, eleştirme, sorgulama ve mümkün olan mekanizmalar aracılığıyla yönetimin kararlarına ve kamu politikası süreçlerine etki edebilme sorumluluğunu yüklemektedir.

         Aktif vatandaşlık, vatandaşın yönetimden talepleri olmasını gerektirir. Burada yurttaşın isteği ile devletin gerçekleştirdiği arasında "yurttaş açığı" adı verilen bir fark oluşur. Sivil toplum örgütleri bu açığı kapatma işlevini üstlenirler. Bu aynı zamanda sivil toplum örgütlerinin meşruiyetini sağlayan bir olgudur. Her ne kadar katılımcı demokrasinin gerektirdiği aktif vatandaşlık kavramı vatandaşın yönetime katılımını mümkün kılsa da, bunun uygulamada bireysel düzeyde yapılabilmesi, bir takım zorluklardan dolayı mümkün olamamaktadır. İşte sivil toplum örgütlerini var eden düşünce, aktif vatandaşın düşüncesine uygun örgütlü yapılar aracılığıyla katılımcı demokrasinin gereklerini yerine getirebilmesine fırsat yaratılmasıdır.

         Bu noktada bir parantez açıp, Daron Acemoğlu'nun "Dar Koridor" kitabından bahsetmekte fayda bulunmaktadır. Acemoğlu bu kitabında, politik toplum ile sivil toplumun devlet yönetimindeki etkinliğinden yola çıkarak, başarılı devlet yönetimi örnekleri incelendiğinde her iki yapının (politik toplum ve sivil toplum) dengeli birlikteliğinin gerekliliğini ortaya koymaktadır. Politik toplumun sivil toplumun alanını daraltacak şekilde genişlemesinin sakıncaları olduğu gibi, sivil toplumun fazla gelişmesinin de politik toplumun işlevlerini yapamaz hale gelmesi sonucunu doğuracağı düşünülebilir. Dar koridor denilen alan, işte bu iki yapının dengeli birlikteliğini anlatmak için kullanılmış bir kavramdır. Ben derslerimde şu örneği vermiştim. Bir kutuya koyduğumuz biri kırmızı, biri mavi iki balonu şişirdiğimizde bir aşamadan sonra balonlardan birinin diğerinden fazla şişirilmesi, diğer balonun alanını daraltacaktır. Politik toplumun aşırı genişlemesi, sivil toplumu baskı altına alırken, bireysel hak ve özgürlükler açısından da bir tehdit oluşturacaktır. Günümüz otoriter yönetimleri incelendiğinde, hepsinde de politik toplumun sivil toplum alanını daralttığı ve bireysel hak ve özgürlüklerin kısıtlandığı görülmektedir.

         Sivil toplum örgütleri dediğimizde, devletin politik örgütlenmesinin dışında kalan, yani devlet dışı olan, dernek, vakıf, sendika ve meslek örgütleri aklımıza gelmelidir. Bunların hepsinin ortak özelliği, katılımın serbest olması ve tüzel kişiliklerinin olmasıdır. Bu anlamda tüzel kişiliği bulunmayan dini cemaatlerin sivil toplum olarak adlandırılması oldukça sorunlu bir düşüncedir. Burada sivil toplum örgütlerinin devletle olan ilişkilerini değerlendirmek gerekir. Yapısal olarak politik toplumun dışında olan örgütlerin politik toplumla ilişkilerinin kurumsal düzeyde kurgulanması esastır. Bu sınır aşıldığında yapısal olarak sivil toplum örgütü ama kavramsal olarak sivil toplumun içine sokulmuş "Truva Atı" görünümlü örgütler ortaya çıkar. Bu yapılar bir taraftan politik toplum tarafından kayırılırken, diğer taraftan onların hatalı uygulama ve politikalarını meşrulaştırma işlevi görürler. Burada kastettiğimiz elbette sivil toplum örgütlerinin politik toplumla tam bir karşıtlık içinde bulunması gerekliliği değildir. Örneğin bir sendika çalışanların haklarını savunmak için vardır. Bu hakların savunulması bağlamında politik toplumla kol kola olması beklenmez. Çalışanların hakları için mücadele etmesi beklenir.

         Her sivil toplum örgütü belirli bir amaç doğrultusunda faaliyet gösterir. Vatandaşlar kendi düşüncelerini doğru biçimde ifade eden sivil toplum örgütlerine üye olarak, katılımcı demokrasinin gereği olan aktif vatandaşlığa adım atarlar. Demokrasinin gelişmiş olduğu, politik toplum ile sivil toplum arasında dengeli birlikteliğin bulunduğu toplumlarda sivil toplum örgütlerine üyelik oranlarının yüksek olduğu görülür. Ülkemizde ise bu oranlar son derece düşüktür. Bu durum, politik toplumun sivil toplumu baskılaması, kendi alanını genişletmesi sonucunu doğurmaktadır. Diğer bir ifadeyle, katılımcı demokrasinin gerektirdiği aktif vatandaşlık işlevsiz kalmaktadır. Oysa farklı düşünceleri savunan sivil toplum örgütlerinin kamu politikası süreçlerinde üyelerinin görüşlerini sürece yansıtabilmek için mücadele ettiği, kamuoyu oluşturma işlevlerini yerine getirebildiği bir yapıda, farklı görüşlerin bileşkesi olarak ortaya çıkacak politikalar kamu yararına en uygun çözüm seçeneğini oluşturacaktır. Ama bunun için öncelikle olması gereken, görüşlerinin kamu politikalarına yansımasını isteyen bireylerin sivil toplum örgütlerine üye olmaları, onların gücünü artırmalarıdır.

         Sivil toplum örgütlerinin hem yapısal hem de kavramsal olarak olması gereken yerde bulunmadığı ülkemizde, bu örgütlerin yönetim anlayışlarının eleştirisi ayrı bir tartışma konusu olabilir. Ancak "etliye sütlüye bulaşmayan" ve başka insanların mücadelelerinin sonucunda elde edilecek kazanımlardan fayda bekleyen bireyler, politik toplumun bireysel hak ve özgürlükleri daraltmasını eleştirirken iki defa düşünmelidir. Zira bu tarz bir eleştiri, bireysel bir tutarsızlık anlamına gelir. Kolektif hareket ikilemi adını verdiğimiz kavram, mücadelenin külfetine katlananların yanında elde edilen kazanımların kolektif olarak paylaşılmasını tanımlamak için kullanılır ve hiç de adil bir yaklaşım değildir. Ayrıca bilinmelidir ki, sivil toplum örgütlerini güçlü kılan, sorumluluğunun ve çıkarlarının bilincinde olan aktif vatandaşların sivil toplum örgütlerinde yer almasıdır. Olan biteni dışarıdan izleyip, verilmeyen haklarından şikayet eden bireyler, politik toplum karşısında edilgen kalmaya ve verilenle yetinmeye mahkumdurlar...

         Sevgilerimle...

 

Dr. Özkan LEBLEBİCİ

Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi

5 Nisan 2021 Pazartesi

 

KAMU POLİTİKASI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

     Sevgili dostlar, bugün aslında ağırlıklı olarak sivil toplum örgütleri üzerine bir yazı yazmayı planlamıştım. Ancak iki gündür yaşadığımız olaylar benim yazı tercihimi de değiştirdi. Bugün toplumsal sorunlara siyasal iktidarın bakışını anlayabilmek adına kamu politikası üzerine düşüncelerimi aktarmayı uygun buldum. Daha önceki yazılarımda kamu politikasının ne olduğu üzerine kısa da olsa açıklayıcı cümlelerim olmuştu. Farklı bakış açılarıyla farklı tanımları yapılsa da, tanım üzerinde biraz durmak istiyorum. Çünkü ardından yazacaklarım, tanımla doğrudan bağlantılı olacak. Kelime anlamı olarak kamu politikası (public policy), siyasal iktidarın sorunları çözme yoludur diyebiliriz. Eski bir tanıma göre, hükümetin yapması ya da yapmaması gereken, yapacağı ya da yapmayacağı her şey olarak ifade edilmektedir. Ancak bu tanım gelişen dünya gereklerini karşılamakta yetersiz kalmaktadır. Zira günümüzde kamu politikasının oluşumu, nihai noktada karar verici olan hükümet olsa da, bir çok aktörün içinde bulunduğu bir süreçtir. Sivil toplum örgütleri, kamu personeli, üniversiteler, meslek örgütleri/örgütlenmeleri, medya, kamu kurum/kuruluşları ve vatandaşlar vd., kamu politikası sürecinin sağlıklı işlemesi için sürecin içerisinde olması gereken aktörlerdir. Siyaset (politics) ise dar anlamıyla hükümetin devleti yönetmesi sürecinde oluşan ilişkiler ve etkinlikler olarak tanımlanabilir. Geniş anlamı ile siyaset, toplumsal alanda iki insanın ilişkisine kadar genişletilebilir.

   Kamu politikası süreci; sorunun tespiti, politikanın formülasyonu, uygulama, değerlendirme ve alternatiflerin belirlenmesi aşamalarından oluşur. Süreç öncelikle sorunun tespiti ile başlar. Bu çok önemli bir aşamadır. Çünkü politikaları oluşturmaktan ve uygulamaktan sorumlu olan siyasal iktidarın sorunun varlığını kabul etmesi gerekir. Bunun olabilmesi için kamuoyu oluşturulması önemlidir. Bu bazen bir sivil toplum örgütünün, bazen bir meslek örgütünün, bazen medyanın ya da bütün bunlarla berber bütün aktörlerin kamuoyunun dikkatini soruna çekmesi ile başlar. Toplumda tartışılmaya başlayan her konu, kaçınılmaz olarak siyasal iktidarın ilgi göstermesi gereken bir olgudur. Çünkü bir sonraki seçimleri düşünerek oylarını artırmak her siyasal iktidarın hedefi olmalıdır. Fakat bazen siyasal iktidar, ideolojik arka planında var olan dengeleri dikkate alarak, bazı sorunları görmezden gelebilir. Bu görmezden gelme tercihi de bir kamu politikasıdır. Sağlıklı işleyen bir süreçte siyasal iktidarların kamuoyunun hassasiyetlerini dikkate alması beklenir. Bunun en yakın örneği, İstanbul Sözleşmesi konusunda kamuoyu hassasiyetinin, ideolojik arka plana yenik düşmesi şeklinde kendini göstermiştir. Siyasal iktidar kadına şiddeti bir sorun olarak görmeyip kendisine destek veren cemaatlerin oy potansiyelini korumayı bir politik tercih olarak ortaya koymuştur. Bir diğer örnek, sağlık çalışanlarının pandemi sürecinde yaşadıkları yıpranma duygusunu çeşitli şekillerde kamuoyu gündemine taşıma çabası ile ortaya çıkmaktadır. Burada siyasal iktidar, sağlık çalışanlarının taleplerini görmezden gelmekte ve kendince bir sorunun varlığını  kabul etmemektedir. Sorun olmayınca (!) bu alanda her hangi bir aksiyon alınması da gereksiz görülmektedir.

     Kamu politikası sürecinin bütün aşamalarında bütün aktörlerin az ya da çok sürece etki etme gücü olduğu varsayılır. Eğer bu varsayım gerçeklerle uyumsuz ise kamu politikası, kamu yararını gözetmeden diğer faktörlerle belirlenir. Bu durumda görmezden gelinen sorun sosyal ve ekonomik olarak daha büyük faturaların toplumun önüne çıkmasına neden olur. Yani sorun görmezden gelinmekle yok olmamaktadır. Bu nedenle sorunun tespiti aşaması çok önemlidir. Bu yazıda ağırlıklı olarak sorunun belirlemesi aşamasını konuşmamızın nedeni, diğer alanların daha teknik olarak işleyen süreçler olmasıdır. Ancak bu diğer aşamaları önemsiz gördüğümüz anlamına gelmemelidir. Sadece şu an için diğer aşamaları sonraki yazılara bırakmayı uygun buluyorum.

       Kamuoyu oluşturulmasında sivil toplum örgütleri ve diğer örgütlü yapıların seslerini duyurarak soruna dikkat çekmesi için sosyal medya ve medya araçlarının kullanılması önem kazanmaktadır. Ancak bu çabalar tek yönlü olarak algılanmamalıdır. Bazen kamuoyunun belirli bir yönde oluşması farklı aktörlerin itirazlarına sebep olabilir. Bu nedenle kamu politikası sürecini fizik derslerinden hatırladığımız bileşke kuvvete benzetebiliriz. Eğer süreç demokratik ve adil çalışırsa, kamuoyu algısı kamu yararını gözetecek şekilde ve toplumu uzlaşmaya taşıyarak oluşur. Bu elbette sağlıklı olan ve tercih edilmesi gerekendir. Böyle bir durumda sorun doğru tanımlanır ve üretilecek politika çözümleri küçük sapmalar olsa da doğruya yakın oluşur. Aksine ilişkin örnekler ise ne yazık ki, günümüzde bol miktarda yaşanmaktadır. Siyasal iktidar, sorunu doğrudan görmezden geliyor görünmemek adına sosyal medya ve medya üzerinden kamuoyunu maniple etmeye çalışabilir. Bu çaba elbette hukukun ve demokrasinin gözardı edilmesi ile gerçekleşebilir. Örneğin sosyal medyada gündemi maniple etmek için görevlendirilmiş, ancak kamu görevlisi olmayan kişilerin korkutma, yıldırma, hakaret gibi davranışları, kamuoyunun yanlış yönde oluşmasına ya da oluşmamasına neden olabilir.  

       Siyasal iktidara seçimle verilen egemenliği temsil yetkisi bir kullanım yetkisi değildir. Bu nedenle "egemenlik kayıtsız şartsız milletindir". Bu temsilin sınırlarını belirleyen çerçeve ise anayasadır. Yani siyasal iktidar sınırsız bir güce sahip değildir. Sınırlarını belirleyen hukuksal ve ekonomik çerçeve mutlaka dikkate alınmalıdır. Örneğin siyasal iktidar anayasal olarak tanınmış bireysel hak ve özgürlükleri kısıtlayıcı tutum takınamaz. Kamu politikası süreçlerinde devletin temel kuruluş ilkelerini yok sayamaz ve yok varsayıp politika belirleyemez. Bunları yapmaya kalktığında demokratik bir yapıda gerekli denetim mekanizmaları devreye girer. Mesele siyasal iktidarın yanlış yapmasından çok, yanlış yaptığı zaman hangi denetim mekanizmalarının kamu yararını savunacağı sorunudur. Demokratik bir rejimin en önemli özelliği, hukukun üstünlüğü bağlamında söz konusu denetim mekanizmalarının etkili biçimde işletilebilmesidir. Yine demokratik bir rejimde alternatif bilgiye erişim kanallarının açık olması beklenir. Eğer medya siyasal iktidarın kontrolü altındaysa, her anlamda manipülasyon amacıyla kullanılabilir.  

     Eğer siyasal iktidar, toplumsal bir sorun hakkında kamuoyu oluşmasını istemiyorsa medya ve sosyal medyada manipülasyon yaparak süreci baltalar. Nasıl ki piyasalarda manipülasyon suçsa, siyasal iktidarın gündemi maniple etmesi de anayasal bir suçtur. Burada demokrasi adına çok tehlikeli bir söylemden söz etmek gerekir. Siyaset siyasetçiler tarafından yürütülen bir faaliyetken, kamu politikası oluşumu, toplumun bütün bireylerinin ve örgütlü yapılarının içinde olduğu/olması gerektiği bir süreçtir. Bu süreçten insanları ve örgütleri dışlamak, demokrasi ve onun gereği olan hukuk devleti ilkeleri ile bağdaşmaz. Yani "siz işinize bakın" söylemi sadece temsil yetkisi almış siyasetçilerin egemenliği gasp etme söylemidir. Örneğin bir sağlık çalışanının sosyal medyada yaşadığı sorunları gündeme getirmesi, anayasal ifade özgürlüğü kapsamında ele alınmalı ve gelecekte toplumun önüne büyük maliyetler çıkarabilecek sorunları iktidarın gündemine taşıdığı için de değerli görülmelidir. Yaşadığımız diğer örnekte olduğu gibi, emekli olmuş meslek mensuplarının bilgi ve tecrübelerini kamuoyu oluşturmak için açıklamaları, bırakın suçlamayı bir siyasal iktidarın taktir etmesi gereken bir davranıştır. Eğer siyasal iktidarın ideolojik arka planı kamu yararına üstün geliyorsa, söylemin anlamını yitirmesi durumu söz konusudur. Böyle bir ortamda siyasal iktidarın bütün eylemleri gündemi maniple etmeye yönelik demektir. Tarih elbette neyin doğru neyin yanlış olduğunu ortaya koyacaktır. Ama yaşanan ve yaşatılan sıkıntılar insanlarda derin izler bırakacaktır. Siyasal iktidarın varlık sebebi devletin yönetilmesi, devletin varlık sebebi ise kamu hizmeti sunulmasıdır. Yani kamu yararı siyasal iktidarın her faaliyetinde temel hareket noktası olmalıdır.                  

         Sevgilerimle...

 

Dr. Özkan LEBLEBİCİ

Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi

ozkanleblebici@gmail.com