21 Kasım 2021 Pazar

 

TÜRKİYE'DE SİYASET VE TERCİHLER ÜZERİNE DÜŞÜNCELER-2

     Sevgili dostlar, önceki yazımda bireylerin siyasi tercihlerindeki sorunun aslında birey siyasi tercihini ortaya koymadan önce başladığını ve bu sorunun toplumsal ahlak sorunu olduğunu anlatmaya çalıştım. Şimdi aynı konunun bir başka boyutunu sizlere sunmaya çalışacağım. Toplumsal ahlak, kurumsallaşmasını ileri boyuta taşımış toplumlarda normlarla desteklenir. Diğer bir ifadeyle toplumsal ahlak, normların oluşumuna kaynaklık ederken, aynı zamanda normlar tarafından da desteklenir. Dolayısıyla toplumsal ahlak ile toplumsal düzeni sağlayan normlar arasında bir tutarlılık olması beklenir. Aslında konu biraz doğal hukuk tartışmalarının konusu gibi görünse de, burada hukukun oluşumundan ziyade, toplumsal ahlak ile normlar arasındaki tutarlılık ya da tutarsızlık konusuna odaklanmak istiyorum. İki kavram arasındaki tutarlılık siyasal iktidarları normlara uygun davranmaya zorlarken, tutarsızlık daha keyfi davranmaya uygun ortam yaratacaktır.

         Daha önceki yazılarımda ele aldığım hukuk devleti kavramının genel gerekleri siyasal iktidarı normlara uygun hareket etmek konusunda sınırlar. Bu sınırlama siyasal iktidar üzerinde; 1. Yasamanın denetimi, 2. Yargısal denetim, 3. Toplumsal denetim şeklinde kendini gösterir. Toplumsal denetim, çok boyutlu ve görünürde yaptırımı olmayan bir denetim türüdür. Toplumsal denetimin bir yanını sivil toplum oluşturur. Sivil toplumun siyasal iktidarın uygulamaları üzerindeki görüşleri, bir kaç yolla denetime dönüşür. Örgütlü sivil toplumun görüşleri, yazılı, eylemsel ve katılım mekanizmaları yoluyla kamuoyunun oluşmasını sağlar. Kamuoyu da siyasal iktidarları normlara uymaya zorlar. Bunun yanında seçimler denetim sadece görünen yüzüdür. Oysa kamuoyu denetimi sadece seçimlerle gerçekleşen bir denetim değil, sürekli bir denetimdir. Toplumsal denetimin bir diğer boyutu ise, kurumlar tarafından oluşturulur. Örneğin sağlıkla ilgili bir konuda yapılacak düzenleme konusunda Anayasal bir kurum olan Türk Tabipler Birliği görüşlerini kamuoyuna sunar. Hukuk alanında yapılacak bir düzenleme hakkında bilimsel görüşü dile getirmek, üniversitelerin hukuk fakültelerinin hem görevi hem de sorumluluğudur. Şimdi gelelim denetimin etkin olmaması durumunda yaşanabilecek tehlikelere. Siyasal iktidarın kendini hukukla sınırlı görmediği durumda neler olabilir?        

         Kendisini hukukla sınırlı görmemesi için, siyasal iktidarda iki konuda özgüven oluşması gerekir. Bunlardan biri, yasama ve yargı denetiminin olması gerektiği gibi işlememesidir. Bütün siyasal iktidarlar, politikalarını uygularken az ya da çok hukukun sınırlayıcılığından şikayet eder. Ancak şikayet etmenin ötesine geçip, yasama ve yargıyı dönüştürme çabasına giren bir siyasal iktidar, bu denetimin işlemesini de engellemiş olur. Siyasal iktidarda özgüven oluşturan diğer unsur ise, kamuoyunun tepkisizliği ve/veya desteğidir. Bu özgüven aynı zamanda diğer denetim mekanizmalarını dönüştürme çabasına girişen siyasal iktidarın hukuksuz uygulamalarının pervasızca sürmesini de sağlar. Siyasal iktidar gittikçe hukuktan uzaklaşır ve baskı aygıtına dönüşmeye başlar. Toplumda karşıtlıklar yaratarak kendisine yönelen eleştirilerin karşısına yine toplumun diğer bir kesimini koyar. Böylece kamuoyu denetiminden kaçmış olur. Siyasal iktidarın hegemonyasını kurması ile birlikte seçimlerde toplumun gerçek görüşlerinin sandığa yansıması neredeyse imkansız hale gelir. Dönüştürülmüş medya, sermaye, sivil toplum ve kurumlar bu hegemonyanın kullanışlı araçlarıdır. Kendisini sınırlayan hukuku hukuksuz kanunlarla etrafından dolaşmaya başlayan siyasal iktidar giderek (hukuka uymayan) büyük bir suç mekanizmasına dönüşür ve kaybolan meşruiyeti sorgulayacak hiç bir mekanizma kalmadığından devlet, en temel işlevlerinin bile uygun şekilde yerine getirilmediği bir parti devletine dönüşür. İnanç temelli örgütler ve/veya sermaye bir hukuk devletinde asla elde edemeyecekleri siyasal güce kavuşur. Politikalar belirli çıkar gruplarının isteklerine göre şekillenir ve devlet adeta üzerine musallat olan asalaklar tarafından zayıf düşürülmüş bir canlı gibi işlevsizleşir. Buraya kadar çizilen tablonun iç açıcı olmadığının farkındayım. Şimdi gelelim, temelde bu dönüşümün nasıl başladığına.

         Yukarıda belirttiğim gibi, toplumsal ahlak ile normlar arasındaki uyumsuzluk bütün dönüşümü başlatan temel etken olmuştur. Biraz daha açacak olursak, bireylerin kendi çıkarlarını diğer canlıların/insanların yaşam hakkından bile üstün görebildiği, empati ve vefa duygularından yoksun, bencil yaratıklara dönüştüğü bir yapıda normlarla toplumsal ahlak arasında kapatılması çok zor bir uçurum oluşmuştur. Sevgi ve saygı gibi en insani duyguların bile parasal beklentiler üzerine oturtulduğu bu aşağılık toplumsal ahlak anlayışında, zarar gören canlılara karşı kayıtsızlık ve duyarsızlık gelişir. Örneğin bir yangında ölen canlılar, maddi değerleri üzerinden tanımlanabilir. Aşk gibi çok yüce bir duygu bile maddi beklentilerin üzerine oturtulup değersizleştirilebilir. Sahiplik üzerine bir dünya kurulmuştur. Kendinden bağımsız olan gerçekliğin reddedildiği ikiyüzlü bir pazarlık başlar toplumla birey arasında. Nazım Hikmet'in bir şiirinde bahsettiği gibi, "kedileri sever ama sadece kendininkileri". "Çok şükür ben geçiniyorum" der ama toplumun genelinde yaşanan sefalete kayıtsız kalır. İflas eden esnaf, sanayici ve çiftçi onun için sadece bir haberden ibarettir. Haklarını arayanların haklı eylemleri onu ilgilendirmez. Asla empati kuramaz. Hatta hak aramak, kurulu düzenin bozulmasına yol açacak istenmeyen bir eylemdir. Kışlalı bu tip bireyleri "otoriter kişilik" başlığı altında toplamıştır. Düzene tam uyum söz konusudur ve düzenin sürmesi kendi kişiliklerinin sürmesi anlamına gelir. Halk, olaylar arasındaki nedensellik bağını kuramayacak kadar politik sosyalleşmeden uzak bırakılmıştır. Siyasal iktidar, her yaşanan ve yönetsel sorumluluk içeren olumsuzluk karşısında, "bu olayın siyasete konu yapılmaması" gerektiğini savunur. Aslında tam da toplumsal içerik taşıyan bütün olguların siyasetin konusu olması gerekirken, vatandaş, nedensellik bağından koparılmakta ve kamuoyunun ya parçalı oluşumu, ya da hükümetin istediği yönde oluşumu sağlanmaktadır. Toplumsal ahlakla normlar arasındaki uçurum derinleştikçe, vatandaş sorumluluğu ortadan kalkar. Bencillik o düzeydedir ki, kişi konfor alanının bozulmasını hiç bir şekilde istemez. Neredeyse vicdanını kendisine sorgulatanlara bile düşman olur. Elbette burada Kışlalı'nın da ele aldığı ideolojik bakış açısının bireyin dünyayı algılama şeklini belirlediğini ve toplumsal ahlakın oluşumunda çok önemli etkisi olduğunu da kabul etmek gerekir. Ancak çok kapsamlı olan bu konu, bu yazının konusunun dolaylı çerçevesi içinde ele alınabilir. Siyasal tutumların oluşumu, birçok etkene bağlıdır. Toplumsal ahlakın genel çerçevesi içerisinde değerlendirdiğimizde, sağlıksız bir yapıdan sağlıklı bir tutum çıkmayacağını öngörmek çok da zor değildir.

         Kışlalı, "Siyasal tutumların değişebilmesi için, ya koşulların, ya da o koşullara yönelik bakış açılarının değişmesi genellikle gerekir."[i] ifadesini kullanmaktadır. Burada eğitimin önemi çok belirgindir. Bu nedenle eğitim politikalarının sorgulayan, neden sonuç ilişkisi kurabilen, vicdanlı, toplumsal duyarlılığa sahip bireyler yetiştirmesi beklenir. Ancak yukarıda belirttiğimiz gibi bir siyasal iktidarın bu sonuçları isteyeceğini düşünmek iyimserlik olur. Yine bir önceki yazımda belirttiğim gibi, siyasi ahlakı olgunlaştıracak kurumsal bir yapı tesis edilmeden, eğitim politikalarının toplumsal ahlakı geliştirici ve onarıcı şekilde dönüştürülmesi mümkün görünmemektedir. Elbette eğitim politikalarında bir dönüşümün toplumsal ahlakı normlarla tutarlı bir yapıya dönüştürmesi, bir kaç yılda gerçekleşebilecek bir durum değildir. Ama hegemonyanın yarattığı aciz, bencil, çıkarcı, sorumsuz insan tipolojisinin gelecek nesilleri mahvetmesi ihtimali göz önüne alınarak, mümkün olabilen en kısa zamanda siyasi ahlakı oluşturacak hukuksal ve kurumsal altyapı oluşturulmalıdır. Bu çabanın itici gücü, ülkesini, dünyayı, canlıları seven, ahde vefa ve vicdan duygusu gelişmiş vatandaşlar olacaktır, olmalıdır...

         Sevgilerimle...

 

Dr. Özkan LEBLEBİCİ

Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi

ozkanleblebici@gmail.com



[i] Ahmet Taner Kışlalı, Siyaset Bilimi, Ankara Üniversitesi Basın Yayın YO Yayınları No:9, Ankara, 1987, s. 123.

19 Kasım 2021 Cuma

 TÜRKİYE'DE SİYASET VE TERCİHLER ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

     Sevgili dostlar, ülkemiz ekonomik olarak oldukça sıkıntılı bir dönemden geçiyor. Alım gücünün düşüşü, ekonominin kısa zamanda toparlanma ihtimalini azaltırken, bu ortamda bilim insanlarının uyarı ve hatırlatmaları, siyasetin labirentinde yankılanarak yok oluyor. Yaşananları tek noktadan/tek noktaya bakarak değerlendirmek bize gerçekliğin belki de bütün içerisinde çok da anlamlı olmayan bir görüntüsünü vermekten daha uzağa gidemez. Bu nedenle olan biteni daha geniş bir bakış açısıyla değerlendirmeye çalışmak, gerçeğe ulaşma yolculuğumuzu daha anlamlı kılabilir. Fragmansal olarak baktığımızda, bugün yaşanan olumsuzlukları siyasi iktidarla bağlantılandırmak mümkündür. Burada siyasi iktidarın politika tercihleri ve kişiler bağlamında değerlendirilmesi farklı siyasi görüşler açısından ele alınabilir. Bir üst boyutta siyasi iktidarın içinde bulunduğu siyasi sistem değerlendirilebilir ve bu sistemin işleyişi üzerine siyasi görüşlerden bağımsız daha tutarlı tartışma imkânı doğabilir. Siyasi sistemle bağlantılı ve ondan daha önemli olan bir diğer boyut ise, halkın siyasi tercihleri ve bunların oluşması üzerindeki etkenlerin sosyolojik, psikolojik, ekonomik bir analizinin yapılmasıdır ki, bu konu siyasi boyutta tartışılamayacak kadar teknik ve bilim insanlarının bilimsel verilerle değerlendirmesi gereken bir alandır. Önceki yazılarımda sistem üzerine kapsamlı olmasa da değerlendirmelerde bulundum. Bu konuda yapılacak kapsamlı bir değerlendirmeyi daha sonra ele almak üzere bırakıp, siyasi tercihler üzerine bir değerlendirme yapmak istiyorum.

         Siyasi tercihler üzerine yapılacak bir değerlendirmede, değerli bilim insanımız Ahmet Taner Kışlalı'nın "Siyaset Bilimi" kitabını incelemeden yapılacak her değerlendirme eksik kalacaktır. Kışlalı, kitabının yaklaşık olarak yarısını (diğer siyaset bilimi kitaplarından farklı olarak) siyasi tercihlerin oluşumuna etki eden unsurlara ayırmıştır. Bu tercihinin siyaset bilimi öğrencileri için ne kadar doğru olduğunu, günümüzde yaşadıklarımızdan sonra bir kez daha anlıyorum. Özellikle bireyin siyasi tercihlerinin oluşması konusundaki "birey" bölümü altı çizilerek tekrar tekrar okunması gereken bir bölüm. Günümüzün siyasi tartışmalarının bir çoğunun anlaşılması için gerekli ipuçlarını bu bölümde bulmak mümkün.

         Bireyin siyasetle olan bağının kurulması ve gelişmesi konusunda öne çıkan kavram, "siyasal toplumsallaşma" oluyor. Siyasal toplumsallaşma, "toplumsal-siyasal çevre ile birey arasında yaşam boyu süren dolaylı ve doğrudan etkileşim sonucunda, bireyin siyasal sistemle ilgili görüş, davranış, tutum ve değerlerinin gelişmesi"[i] olarak açıklanıyor. Genellikle aileden başlayan siyasal toplumsallaşma sonucunda oluşan siyasi tutumlar kolay değişmeyen, bilgiden çok inanç temelli ve aidiyet üzerinden yürüyen bir kavram olarak kendini gösteriyor. Ailenin etkisinin az olduğu durumlarda çocuğun daha çok eğitim süreci içerisinde siyasi tutumunu şekillendirdiğini söylemek mümkündür. Kısaca ifade etmek gerekirse, siyasi tutumların şekillenmesinde çevrenin etkisi oldukça fazladır. Buna kişinin değerler sisteminin oluşumunu da eklersek yanlış olmayacaktır.

         Burada Kışlalı'nın kitabını meraklılarına okumaları dileğiyle bırakıp değerler sistemi üzerinde durmak istiyorum. Psikolojinin değerli ismi Doğan Cüceloğlu, hastalıklı bir ortamda insanın sağlıklı kalabilmesinin çok zor, hatta imkansız olduğunu anlatırdı. Buradan hareketle bir toplumdaki bütün kurumların ancak toplumun sağlığı kadar sağlıklı olabileceğini düşünmek de mümkündür. Yani sağlıklı bir bireyin hastalıklı bir toplumda sağlıklı kalabilmesi, toplumsal yaşamda ilişkide olduğu/olmak zorunda kaldığı bireyler ve kurumlar açısından bakıldığında mümkün görünmemektedir. Bireyin değerler sistemi ile toplumsal yapı arasındaki uyumsuzluk, birey açısından iki alternatif doğurur; ya birey kendi değerler sistemini esnetir ve topluma uyar, ya da kendisini toplumdan soyutlar ve yalnızlaşır. Burada ahlak kavramı önem kazanır. Bireyin değerlerinin toplumsallaşması önemlidir. Bu toplumsallaşma ilk olarak ailede başlar.

         Hegel, bireysel ahlakın toplumsallaşmasını üç aşamada açıklar; aile, sivil toplum ve devlet. Aile bireylerinin aile karşısında bağımsızlığının gelişmesi ile sivil toplum ortaya çıkar. Her ne kadar Hegel burada devleti toplumsallaşmış ahlakın en ileri aşaması olarak görse de, bu tarz bir idealizmin tartışmalı olduğunu söyleyebiliriz. Burada asıl ifade etmek istediğim konu, ahlakın bireyin değerler sisteminden toplumsal boyuta taşınmasında toplumla birey arasındaki etkileşimin dikkate alınması gerekliliğidir. Bu etkileşim toplumsal düzeyde normlara dönüşme potansiyeli taşıdığı için, birey kendi değerler sistemini sadece sınırlı bir çevrede ve sınırlı bir süre muhafaza edebilir. Sonuçta birey ya kendi değerlerlini toplumsal değerlere uydurmanın bir yolunu bulacaktır, ya da  yalnızlaşacaktır. Ancak normlara dönüşen toplumsal değerler bireye bu yalnızlığı da tamamen bağımsız yaşama şansı vermez.   

         Değerler sisteminden bahsederken, sistemin birbiriyle tutarlı ve bağlantı içerisinde olan parçalardan oluşan bir bütün olduğunu hatırlamamız gerekir. Bireyin kendi değerler sistemi içerisinde bu tutarlılık yoksa, toplumsal değerler sistemi karşısında bireyin parçalanmasına tanık oluruz. Kendi çıkarları söz konusu olduğunda değerlerin başkalaşmasını anakronik biçimde savunma çabasına giren bireyler, siyasal sistemin hegemonyası karşısında kendi değerler setinin sadece kendi çıkarlarını ilgilendiren kısmını savunabilir. Bu büyük bir kırılmadır. Siyasal tercihlerde artık değerlerden ziyade, kişisel çıkarlar öne çıkar. Bu aynı zamanda bireyin değerler sisteminin çöküşüdür. Değerler sistemi çöken birey, toplumsal yapı içerisinde silikleşir ve artık bir birey olarak varlığının çok fazla önemi kalmaz. Burada Şimdi konuyu biraz daha somutlaştırarak açıklamaya çalışalım.

         Genel olarak hemen herkes, toplumda haksız kazançlardan ve toprak rantından kaynaklı haksız zenginleşmeden rahatsızdır. Ama bu kişilere bir ay içerisinde parasını iki katına çıkaracak bir öneride bulunduğunuzda bunun ahlaki boyutunu sorgulayıp, kendi değerleri ile çelişmemek adına bu öneriyi reddedecek çok az kişi bulunabilir. Birey toplumda hayvansever bir kişi olarak tanınabilir ama hayvanları ticari bir meta gibi pazarlamayı kendi değerleri açısından sorunlu görmez. Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Yani birey kendi çıkarları için toplumsal faydayı görmezden gelebilir ve bunu savunmak için kendi değerlerini yeniden tanımlama gayretine girişebilir. Elbette bireydeki bu ahlak erozyonu, siyaset tarafından kolaylıkla maniple edilebilir. Diğer bir ifadeyle konuyu sadece makarna, kömüre kendisini satmak olarak değerlendirmek, toplumsal ahlakın çöküşünü hafife almakla eşdeğerdir.    

         Aileden başlayarak bireyin siyasi tercihlerini etkileyen birçok unsur bulunmaktadır. Bu unsurların hepsinin üzerinde toplumsal ahlak çok öne çıkmaktadır. Toplumsal ahlakı maniple ederek iktidarının devamını düşünen bir siyasal iktidarın uzun dönemde durumu iyileştirecek bir politika izlemesini beklemek, bir bataklıkta çaresiz durumda karşı karşıya kaldığınız timsahın insafa gelmesini beklemekten farksızdır. Sorunun çözümü, birinci aşamada siyasi ahlak yasası çıkararak siyaset kurumunun öncelikle normlarla belirlenmiş ve sınırlanmış bir çevrede hareket etmesini sağlamakla, ikinci ve daha uzun vadede eğitim politikaları üzerinden toplumsal ahlakın iyileştirilmesiyle mümkün olabilir. Elbette bütün bunların altyapısal politikalarla desteklenmesi gerekmektedir. Aslında bu yazımda çok daha sert ve eleştirel bir yazı yazmak istiyordum. Ülke göz göre göre bir kaosa doğru sürüklenirken, sorumluların eleştirisini en üst perdeden haykırmak istiyordum. Sonra etrafıma baktım ve kendi kendime "masum değiliz hiçbirimiz" dedim. Yani bu toplumun siyasi tercih sorunundan önce çok büyük ölçüde ahlak sorunu var. Elbette ahlak sorunu derken her türlü ahlaksızlığı hak görüp ahlakı uçkura indirgeyen ahlaksızlar açısından bunun nasıl anlaşılacağı umurumda bile değil. Siz dünyayı parayla algıladıkça parayı veren düdüğü çalacaktır...

                  Sevgilerimle...

 

Dr. Özkan LEBLEBİCİ

Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi

ozkanleblebici@gmail.com



i Ahmet Taner Kışlalı, Siyaset Bilimi, Ankara Üniversitesi Basın Yayın YO Yayınları No:9, Ankara, 1987, s. 100.

6 Kasım 2021 Cumartesi

 TÜRKİYE ÜZERİNE GÜNCEL SİYASİ DEĞERLENDİRMELER

     Sevgili dostlar, ülke gündeminin girdabında bir çok yapmak istediğimizi gerçekleştiremeden zamanın hızlı akışını algıladığımızda şaşkınlık yaşayabiliyoruz. Uzunca bir süre bu girdaba kendimi kaptırdığımı ve yazı yazmaktan uzaklaştığımı hissettiğimde yaşadığım şaşkınlık böyle bir şeydi. Ülkemiz siyasi olarak oldukça yoğun ve gerilimli günlerden geçiyor. İnsanların bir çoğunda bulunan olan biteni anlama çabası, kısır ve zihinsel derinliği olmayan tartışmalar arasında kaybolup gidiyor. Burada öncelikle sorgulanması gereken, yetersiz enformasyondur. Demokrasinin en önemli koşullarından biri, alternatif enformasyon olarak bilinir. Yani demokratik bir rejimde vatandaşlar çok çeşitli kanallardan farklı bilgi ve yorumlara ulaşabilmelidir. Halk egemenliğinin temeli olan demokrasinin etkin biçimde işleyebilmesi için vatandaşın olan biten hakkında doğru ve çeşitli kanallardan bilgi sahibi olması, bu bilgileri yorumlayabilmesi ve karar mekanizmalarında katılımının mümkün olması gerekmektedir. Eksik bilgi, yanlış yorum ve yetersiz katılım, siyasetin güç alanını genişletirken vatandaşın hareket alanını da daraltıcı etki yapabilmektedir. Böyle bir durumda hukuk devleti olmanın sonucu olarak normlarla hareket alanı sınırlanmış bir siyasi iktidar, bu alanı daha fazla genişletmek için mücadeleye girişebilmekte ve hukuk devletinin temel ilkeleri zedelenebilmektedir. Sonuçta Anayasa ile güvence altına alınmış temel hak ve özgülükler aşındırılmakta ve halkın kendi kendini yönetmesi, "sadece izin verildiği kadar" mümkün olabilmektedir.

         Öncelikle sağ ve sol kavramlarının siyaseten ne ifade ettiği üzerinde durmakta fayda vardır. 1789 Fransız Devrimi sonrası Parlamento başkanının sağında oturanlar, siyaseten monarşi yanlısı ve dinin toplumsal yaşamdaki etkin varlığını savunanlardan oluşuyordu. Bu yıllardan itibaren kullanıla gelen sağ kavramı zaman içerisinde muhafazakarlık, liberallik, milliyetçilik ve Hıristiyan demokratlık gibi görüşleri de içeren geniş bir anlam yelpazesini ifade eder hale gelmiştir. Burada milliyetçilikle ilgili bir parantez açmak gerekebilir. Günümüzde anladığımız anlamdaki milliyetçilik 17. Yüzyılda ulus devletlerin ortaya çıkışıyla anlam kazanmış bir kavramdır. Sağ kavramı gibi oturma düzeninden adını alan sol kavramı ise, özgürlük yanlısı halkçıları tanımlamakta kullanılan bir kavram olarak ortaya çıkmıştır. Özellikle 19. Yüzyılda yaşanan fikir akımlarının da etkisi ile, eşitlikçi, özgürlükçü ve emekten yana tutum takınan siyasi bir duruşu ifade etmekte kullanılagelmiştir. Gerek sağ, gerek sol olsun merkezden aşırı uçlara kadar uzanan çok geniş bir yelpazede ele alınabilmektedir. Ancak 20. Yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıkan yeni sağ kavramının toplumun geniş kesimlerinde yarattığı memnuniyetsizlik, gelir adaletsizliği ve sermaye yanlısı politikaları meşrulaştırıcı işlevi sonrasında, özellikle 2000'li yıllarla birlikte, sağ siyasetin solun savunduğu kavramlara yaklaşmaya başladığı gözlenmektedir. Ancak her ne kadar bu kavramları savunmaya başlamış görünse de sağ ideoloji için eşitlik, emek ve sınıfsal mücadele kavramları eklektik görünmektedir. Yani ait olmadığı bir kavram setine yamanmış gibi durmaktadır. Yine de sağ ve sol arasındaki mesafenin merkeze yaklaştıkça silikleştiği bir dönem başlamış görünmektedir. Elbette burada yaptığımız tanımlamalar, siyasi ahlaktan yoksun maskeli siyasi iktidarlar için geçerli değildir. Siyasi tercihler değişebilir ancak ahlaksızlık, yolsuzluk gibi çürümeler birer siyasi tercih olarak görülemez.

         Türkiye'de kendisini net olarak sağda konumlandıran AKP, 2002 Kasım seçimlerinden bugüne kadar iktidardadır. İktidarının ilk yıllarında liberal değerleri sahiplenmiş görünse de geçen zamanla farklı dini cemaatlerle birlikte hareket ettiği görüşü yaygın olarak toplumda zemin bulmaktadır. Hatta Cumhuriyet'in Anayasada yazılı nitelikleriyle çoğu kez kavga halinde görüntü vermesi, AKP'nin bir tarikatlar koalisyonu olduğu görüşünü güçlendirmektedir. Siyasi iktidarlar, toplumun çeşitli kesimleriyle irtibat kurabilir, onların hoşuna gidecek uygulamalara yönelebilir. Bu durum siyasetin doğasında vardır. Ancak iş, Anayasal dayanakların aşındırılmasına geldiğinde sorun sadece bir politika tercihi olmaktan öteye geçer. Çünkü siyasal iktidarların halktan aldığı yetki, koşulsuz ve sınırsız bir yetki değildir. Bu nedenle hukuk devletlerinde kuvvetlerin denge-fren mekanizmaları ile birbirinden ayrı ve uyum içinde hareket etmesi beklenir. AKP iktidarının rejim değişikliği ile birlikte varlığını sürdürmeye devam etmesi, kendisini merkezden uzak sağda tanımlayan bir başka siyasi parti ile mümkün olmuştur. MHP'nin bu anlamda AKP ile kurduğu ve "Cumhur İttifakı" olarak tanımlanan yapı, demokratik değerlerden, hukuk devleti ilkelerinden uzaklaşan bir rejimi beslemeye, savunmaya ve kullanmaya başlamıştır. Aslında bu durum çok da sürpriz değildir. Çünkü Anayasa değişikliği ile tesis edilen yeni rejimin demokrasinin en önemli unsuru olan kuvvetler ayrılığını ortadan kaldırmaya elverişli bir ortam yarattığı çok açıktır. Seçmen açısından bakıldığında, ekonomik değişkenlerdeki olumsuzluklar arttıkça siyasi iktidarı oluşturan partilerin oy oranlarında erime dikkat çekici boyutlardadır. Ancak bireysel hak ve özgürlüklerdeki kısıtlamaların halkta aynı oranda etki yaratmaması, sorgulanması gereken bir konudur. Bunun birkaç nedeni olabilir; 1. Seçmen kitlesinin eğitim düzeyinin sorunları yorumlamaya yeterli düzeyde olmaması, 2. Seçmen kitlesinin demokrasinin önemli koşullarından biri olan alternatif enformasyondan mahrum olması ve bilgi sahibi olamaması, 3. İnanç ve ideoloji düzlemindeki aidiyet duygusunun çok güçlü olması, 4. Ekonomik olarak düşük düzeydeki seçmen kitlesinin önceliğinin temel ihtiyaçların karşılanmasıyla sınırlı olması. Bu sebeplerden bir ya da bir kaçı geçerli olabilir.

         Dış politikada yaşanan olumsuz gelişmelere paralel olarak ekonomik olumsuzlukların da artışı, ülkeyi gün geçtikçe yönetilmesi daha zor bir kriz ortamına sürüklüyor görünmektedir.  Özellikle son dönemde gündeme gelen bir tartışma konusu, ittifakın küçük ama etkili bileşeni olan MHP'nin olası bir çöküşün sorumluluğunu üzerinden atmak isteyerek ittifakı bozup ülkeyi erken seçime götürebilecek bir yola girmesi ihtimalidir. Gerçek anlamda iktidarın bir parçası olmadan iktidarın sağladığı olanaklardan faydalanan MHP'nin böyle bir yola girip girmeyeceği tartışılsa da, ben burada Türk siyaseti açısından daha farklı bir soruyu gündeme getirmek istiyorum. Varsayalım MHP böyle bir yola girdi. Bu durumda muhalefetin seçmen tabanındaki ve partilerindeki reaksiyon ne olabilir? İttifak içerisindeki varlığı ile birlikte oy oranı günden güne eriyen bir MHP, yeniden kendisinden kopan seçmen için umut olabilir mi? Bu soruya iki açıdan bakmak istiyorum. Birinci olarak, "bir an önce erken seçim olsun ama nasıl olursa olsun" biçiminde siyasi derinlikten yoksun bir bakış açısı ile MHP'nin kurtarıcı gibi görünüp kaybettiği seçmeni kazanma ihtimalinin muhalefet kanadında mutlaka dikkate alınması gerekmektedir. Çünkü siyasi değerlendirme konusunda gelişmiş bir demokrasinin ihtiyaç duyduğu vatandaş profilinden uzak bir seçmen kitlesinin varlığı, akılcı olmaktan çok duygusal davranışları toplumsal bir tepkiye dönüştürebilir. İkinci olarak, muhalefet bloğunun ilkesel olarak böyle bir durumda MHP'ye karşı ne tutum takınacağının belirli olması gerekliliğidir. Sorunu oluşturan düşünce tarzıyla sorun çözülemez. Muhalefet açısından siyasi tutarlılık ve ilkesel bir duruşun sergilenmesi, muhalefet bloğundan iktidar bloğuna oy geçişkenliğini azaltabilecektir. Siyasi gündemin süratle değişebildiği ülkemizde, bu konu bir süre daha gündemde kalabilir. Ancak temeldeki sorunlar çözülmedikçe, siyasetin umut üretme kapasitesinde sürpriz bir artış beklenmemelidir.  

         Dünyada teknolojinin gelişmesi, vatandaşların özgürlük alanını daraltıyor görünse de, çeşitli ülkelerde kullanılmaya başlanan e-demokrasi uygulamaları, vatandaş katılımını arttırarak siyasetin bilinen alanının değişmesine ve daralmasına neden olmaktadır. Bu durumda siyasetin kişisel çıkarların korunduğu bir alan olmaktan çıkıp, daha çok kamusal çıkarlara hizmet ettiği ve bu hizmetin de normlarla belirlenen alanının gün geçtikçe daha çok daraldığını düşünüyorum. Parlamenter sistemler bu konuda halkın daha fazla yönetime katılma kapasitesini artırma potansiyeline sahip görünmektedir. Bu anlamda muhalefet partilerinin bir kısmının "güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçiş" konusunda ilke bazında uzlaşmış olmasını değerli ve önemli buluyorum. Ama bütün bunlar olurken siyasetin yapılış tarzından da uzak kalmamalıyız. Ekonomik refahı yetersiz, alternatif enformasyondan yoksun bir toplumda sağlıklı bir siyaset oluşumu şansa kalmış bir olgudur. Ülkenin refahı ve güvenliği kumar masasında ileri sürülebilecek nesneler değildir, olmamalıdır...

                  Sevgilerimle...

 

Dr. Özkan LEBLEBİCİ

Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi

ozkanleblebici@gmail.com