18 Ekim 2022 Salı

            SİVİL TOPLUM VE TEMSİLİ DEMOKRASİNİN GELECEĞİ

https://strasam.org/stratejisiyaset/siyaset-bilimi/sivil-toplum-ve-temsili-demokrasinin-gelecegi-1242

 Sevgili dostlar, sivil toplum düşüncesinin gelişiminde rol oynayan en önemli unsurlardan biri, egemen gücün sınırlandırılması yönünde yaşanan tarihsel gelişmeler olmuştur. Egemen gücün sınırlandırılması anlamında en önemli adım, Magna Carta (Büyük Sözleşme)’dir. Kralın yetkilerinin bir kısmından vazgeçtiği bu sözleşmeden sonra, burjuvazinin güç kazanmaya başladığı bir tarihsel süreç başlamıştır. Konumuzla dolaylı olarak bağlantılı olan olgu ise, kilisenin de bu durum karşısında güç kaybetmeye başladığı bir sürece girilmiş olmasıdır. 16 ve 17. Yüzyıllarda güçlenen burjuvazinin göreli özerklik talepleri, monarkın kişiliğinde gerçekleşen egemenliğin aşama aşama halka geçmesini sağlamıştır.

Burada merkezileşen bürokrasiyi ve devlet gücünü vurgulamakta fayda bulunmaktadır. Bu güç, çıkarların korunması ve genişletilmesi adına diğer güçlerle savaşmayı gerekli kılmıştır. Elbette savaşların finansmanı için en önemli kaynak, vergilendirme olmuştur. Vergi gelirleri içerisindeki payı çok yüksek olan burjuvazi, 17 ve 18. Yüzyıllardan itibaren halk egemenliğinin kurumsallaştığı parlamentoları oluşturan devrimlerin de itici gücü olmuştur. Söz konusu yüzyıllar, tarihsel olarak sivil toplum düşüncesinin politik toplum adını verdiğimiz siyasi yapıdan göreli özerkliğini kazanmaya ve “politik toplum-sivil toplum karşıtlığı” çerçevesinde kavramlaşmaya başladığı bir dönemdir. Burada anlatmaya çalıştığım olayları her toplum kendi özgün koşullarında yaşamış olsa da, genel çerçevenin bu şekilde oluştuğunu söyleyebiliriz.

Demokrasi ve Temsiliyet Arasındaki İlişki Nedir?

Devleti oluşturan üç önemli unsurdan biri olan egemenliğin halka geçişi, halkların kendi kendini yönetme pratiğini de geliştirmiştir. Atina Demokrasisinden yola çıkan demokrasi düşüncesi, tarihsel birikimle birlikte halkın kendi kendini yönetme pratiğini de içeren yeni bir demokrasi anlayışına evrilmiştir. Bu yeni anlayış, yurttaş hakları ile birlikte insan haklarını da modern devlet yapısının vazgeçilmez bir parçası olarak yeniden tanımlamayı gerekli kılmıştır. Elbette tarihte bu gelişimi önceki dönemden ayıran kesin sınırlardan söz etmek mümkün değildir. Örneğin 1791 yılında (yani devrimden iki yıl sonra) Fransız parlamentosu, insan haklarının plantasyonlardaki kölelere uygulanamayacağı yönünde karar alır. Diğer bir deyişle, Fransız Devrimi ile birlikte bir anda her yerde güller bitmemiştir. Ancak yurttaşlık bilincinin parlamentoların ortaya çıkışından sonra süratle geliştiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Halk kendisine ait olan egemenliğe sahip çıkmaya başladıkça politik toplum karşısında sivil toplumun göreli özerkliği aşama aşama gerçekleşmiştir. Bunun için de en önemli unsur, vergi veren halkın, kendini yönetme konusunda daha istekli ve daha bilinçli olmasıdır. Mademki egemenlik halkındır, o zaman vergisini veren halkın bu verginin nereye harcandığı konusunda da söz sahibi olması gerekir.  

Halkın ödediği verginin nereye harcandığı konusunda söz sahibi olması, kararlara katılım konusunu gündeme getirir. Günümüzün karmaşıklaşmış toplumsal yapısında bunun doğrudan gerçekleşmesi, fiziki olarak mümkün görünmemektedir. Dolayısıyla halkı temsil eden parlamentoların oluşumunun temsiliyete en geniş şekilde imkân tanıması gerekmektedir. Ancak bu da yeterli değildir. Günlük hayatın akışında halkın yaşantısını doğrudan ilgilendiren konularda alınacak kararların, daha geniş anlamda oluşturulacak politikaların, süreçlerinde halkın temsil edilmesi gerekmektedir. Belki de günümüzde sosyal bilimlerde en önemli tartışma alanlarından birini oluşturan bu sorunun çözümü sanıldığı kadar kolay değildir. Sadece kurumsal çözüm önerileri ile çözülemeyecek bu sorunda, dikkate alınması gereken ve her birinin geliştirilmesi zaman alabilecek birçok parametre bulunmaktadır. Halkın demokrasi ve vatandaşlık bilincinin geliştirilmesi, siyasetin bir çıkar alanı olarak görülmekten kurtarılması, devletin işlevlerinin hukuk çerçevesinde sağlam bir zeminde tanımlanması, bütün kurumlarda kurumsal hafızanın ve demokrasi bilincinin geliştirilmesi, hukuk devletinin bütün tarihsel birikimi ve kurumlarıyla tesis edilmesi, bunlardan çok önemli gördüğüm bir kaçıdır. Çünkü günümüz demokrasisi ve toplum yapısı, sadece seçimden seçime oy vererek temsiliyetin sağlandığını düşünecek kadar ilkel bir düşünce yapısını kaldıramayacak kadar karmaşıktır. Temsili demokrasinin kendi içerisindeki çelişkiler, katılım mekanizmalarının kolaylaştırılması ile gerçekleştirilecek katılımcı demokrasi ile ortadan kaldırılabilir. Ancak burada önemle olan, katılımın derecesinin politik toplum penceresinden bakıldığında ne kadar kabul göreceğidir. 

Temsiliyette Sivil Toplumun Rolü Nedir?

Sivil toplum ile politik toplum arasındaki ilişkiyi bir metaforla tanımlayabiliriz. Biri sivil toplumu, diğeri politik toplumu temsil eden iki farklı renk balonumuz olsun. Bu iki balonu bir kutunun içinde boşluk kalmayana kadar şişirdiğimizi düşünelim. Bu aşamadan sonra daha fazla şişen balon, diğer balonun alanını daraltacaktır. Aslında alanı daralan balonun hava basıncına dayanımı artarken diğerinin ki azalacaktır. Herhangi bir balonun patlaması durumunda diğerinin zarar görmemesi düşünülemez. Daron Acemoğlu’nun “Dar Koridor” kitabı, başarılı toplumlarda politik toplum ile sivil toplum arasında bir denge koridoru olduğundan söz eder. Bu koridorun bir tarafa doğru aşılması, yani sivil toplumun ya da politik toplumun ağırlığının diğeri aleyhine artması durumunda bunun birçok toplumsal parametrede bozulmaya yol açacağını söyleyebiliriz. Öyleyse sivil toplum ile politik toplum arasında bir denge kurulmalıdır. Bu denge olmadığı/oluşmadığı durumlarda, temsiliyetin sağlanması da çok zordur. Güçlü bir politik toplum karşısında sivil toplumun temsiliyeti en iyi ihtimalle göstermelik uygulamalardan öteye geçemez. Ya da sivil toplumun çok güçlü olması durumunda politik toplumun işlevlerinde yetersiz kalması, politika üretebilme kapasitesinin daralması kaçınılmaz olur. 

Sivil toplum, politik toplumun karşısında ancak örgütlü bir yapıyla var olabilir ve demokrasinin gerektirdiği temsiliyeti sağlayabilir. Bu nedenle bir toplumda sivil toplumun örgütlü yapısı olan derneklerin, sendikaların, meslek örgütlerinin örgütlülük düzeyi ve kuruluş amaçları doğrultusunda faaliyet gösterebilme kapasitesi, temsiliyeti doğrudan etkileyen unsurlardır. Burada sivil toplum örgütünün içerisinde de demokrasinin bütün olarak içselleştirilmiş olması önemlidir. Aksi takdirde bulunduğu konumu egolarını tatmin için bir araç olarak gören, bir gelir kapısı olarak algılayan zihniyetten bir sivil toplum örgütü yöneticisi çıkmaz. Olsa olsa politik toplumun gölgesinde sivil toplumculuk oynayan demokrasi düşmanı çıkabilir. 

Elbette bu aşamada sivil toplum örgütlerinin politika süreçlerindeki işlevleri önem kazanır. Her sivil toplum örgütünün kuruluş amacına bağlı olarak politika sürecine etki etmesi beklenir. Bunun için politik toplumun da politika süreçlerinde katılımı kurumsallaştırmış ve içselleştirmiş olması beklenir. Gerektiği gibi işlemeyen/işleyemeyen bir politika sürecinde sivil toplum örgütlerinin sembolik varlığı, kamu politikasının başarısızlığının da sebeplerinden biridir. Politika sürecinde sivil toplum örgütlerinin katılımcı olarak kendi üyelerinin görüşlerinin süreçteki temsilini sağladığı bir yapıda, kamu politikası toplumsal uzlaşmanın bir sonucu olarak ortaya çıkar. Kamu politikasının katılımcı demokratik bir süreçte oluşması, sivil toplum örgütleri üzerinden temsiliyetin de üst düzeyde gerçekleştiğini gösterir. 

Sonuç

Sivil toplumun gelişmiş olduğu toplumlarda temsiliyet, politik toplum tarafından bahşedilen bir lütuf değil, vatandaşlık hakkının ve bilincinin gereğidir. Bu gereklilik, sivil toplumun örgütlü yapısının güçlü olmasına ve vatandaşların kendi görüşlerine uygun örgütlü yapılarda, kamu politikası süreçlerine etki edebilmesine imkân tanır. Elbette politik toplum da sivil toplum örgütlerine birer politika meşrulaştırma aracı olarak bakma lüksünü kendinde göremez. Ancak bütün bunların temelinde yatan düşünce, egemenliğin halka ait devredilemez bir güç olduğu gerçeğidir. Egemenlik halka aitse, halkın politik süreçlere katılım mekanizmalarının önündeki engellerin kaldırılması gerekir. Demokrasi bilinciyle hareket eden sivil toplum örgütleri, bu mekanizmanın en önemli parçalarıdır. Halkın sivil toplumun örgütlü yapısının içerisinde yer alması için vatandaşlık bilincinin yanında, yeterli bir gelir düzeyinin de olması gerekir. Çünkü sivil toplum örgütlerinin faaliyetlerini sürdürebilmek için en önemli gelir kalemi üyelerin aidatlarıdır. Oysa Türkiye’de birçok sivil toplum örgütü, maddi yetersizlikler nedeniyle kuruluş amacına yönelik çalışma yapabilmekten çok uzaktır. 

Sivil toplumun güçlü olduğu ülkede demokrasi, kimsenin savunuculuğuna ihtiyaç duymaz. Politik toplum, sınırlarının farkında olur ve bu sınırları aşmaya gerek de görmez. Eğer ülkemizde demokrasinin kurumsallaşması isteniyorsa, bunun yolu güçlü bir sivil toplumdan geçmektedir. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder