31 Mart 2023 Cuma

 

YENİ YAŞIM

Sevgili dostlar, ne çok anlamlar yükleriz hayatımızın dönüm noktalarına! Her geçen yıl bir şeyleri alıp götürürken, biz gidenlerin ardından kutlama yaparız. Yitip gidenlerin acısının bastırılması mıdır bu kutlamalar, yoksa çılgınca tükettiğimiz zamanın ardından kaybettiğimiz bir şey olmadığını kanıtlamak istercesine amaçsız bir çaba mıdır? Sahiplendiğimiz her şey bizi kopmayacağını sandığımız bağlarla bağlar hayata. Yoksa her yıl yaptığımız kutlamalar, sahiplik üzerine kurguladığımız dünyaya karşı “Pirus Zaferi”mizin ilanı mıdır? Bedeli yitip gidenler olan böyle bir zaferin bizim için ne anlamı vardır? Ya da yitirdiklerimizden sonra, her sene biraz daha az kendimiz olan yeni bir kişinin doğuşu mudur kutlanan?  

Bir çocuk doğruluğunda kalabilen var mıdır aramızda? Bir çocuk saflığında kalabilen var mıdır? Bir çocuk gibi içten gülebilen, ya da bir köpek için ağlayabilen, bir kedi için şefkat duyabilen var mıdır?        Yaşantımızın geçmişten gelen sahiplikleri ve geleceğe ilişkin planları buna müsaade eder mi? Yoksa kaybetme korkusu ağır mı basar? Her biri kendi cevabını içinde barındıran sayısız sorular vardır. Bunlar onlardan sadece bir kaçıdır. Her bir soru bize yeni kapılar açar. Ama sorulara cevap arayıp o kapıdan geçmeyi göze alabilir miyiz, bu belli değildir.

Kazanç nedir? Eminim herkesin buna verebileceği çok çeşitli cevapları vardır. Tıpkı “bedel nedir?” diye sorsam verilebilecek cevaplarda olduğu gibi kazanç da çok çeşitlidir. Ama bir soyutlamaya gidersek, aslında hayatta her şey, kazanç olarak görülemeyecek kadar geçicidir. Herhangi bir şey sadece zaman boyutunda anlamlıdır. Ona zamandan bağımsız değer atfeden ve sonra tanımladığımız anlamın parmaklıkları arasında güneşi görebilmeyi büyük bir umutla bekleyen kendimizden başkası değildir.   

İşte bu hislerle yeni yaşıma “merhaba” diyorum. Merhaba yeni Özkan! Artık bir önceki benden farklıyım. Daha az çocuk, daha az duygusal, daha az duyarlı, daha az dürüst, daha az özgür bir insanım. Hatta ne kadar insanım, bunu bile bilmiyorum. Bunu kutlamalı mıyım, ya da kutlayanlara teşekkür ederken kaybettiklerimin ardından içimden dökmek gelen gözyaşlarımı kendi içime mi akıtmalıyım? Hayatı seçeneklerden çıkarıp olduğu gibi kabul etmek ve böylece kaybetmeyi ortadan kaldırmak mümkün müdür? Eğer hiçbir şey kazanmamışsam, hiçbir şey de kaybetmiyor olmam gerekir. İşte hayatın bizlerden gizlediğini düşündüğümüz o eşsiz gizem buradadır.

Eğer kaybetmek yoksa ölmek o kadar da korkulacak bir şey değildir. İnsan olarak bir canlının doğasına aykırı bir yaşamı sahiplenmeyi seçtiğimizde ölümcül bir paradoksun içerisine hapsolduğumuzu görmemiz gerekiyor. Bu paradoksun çözümü yok ve sonuçta ölüyorsunuz. Ölümü ya “hayatın kaybedilmesi” ya da “bir canlının yaşam döngüsünün doğal bir sonucu” olarak görürsünüz. Birincisinde kaybeder, ikincisinde kaybetmezsiniz.

İşte yeni yaşımı aldığım bugün, her aldığımız yaşın bizi yaşam döngümüzün bir ileri aşamasına yaklaştıran süreçte bir kilometre taşı olduğunu düşünmek istiyorum. Sahiplenmeden ve kaybetmeden yaşanan bir hayat! Tamamen mümkün olamayacağını da çok iyi biliyorum. Çünkü yeni yaşımda artık ben eski ben değilim. Her şey azaldı ve azalmaya devam ediyor. Tam her şeyi çözdüğünüz noktada o çözüm, yeni siz için geçerli olmuyor. Zaman alnımıza derin siperlerini kazarken, kendimizi aynada bile tanımakta zorlanıyoruz. Zaten eski görüntüye de sahip değildik, yeni görüntümüze de sahip olamayacağız. Bu yarış “Aşil Paradoksu” gibi ölene kadar sürecek ve ölümle birlikte paradoks sona erecek. Böyle bakınca ölüm gerçekten bir kayıp gibi görünmüyor.

Her yaşın yaşanabilecek neyi varsa, zamanında yaşayabilenlere selam olsun…

Sevgilerimle...

18 Ekim 2022 Salı

 

SİYASETTE SANAL GERÇEKLİK İNŞASI

Demokrasi en genel anlamıyla halkın kendini yönetebildiği sitemin adıdır. Tarihsel süreçte birçok kavram setini bünyesine alarak geniş bir içerik kazanmıştır. Bir toprak parçası üzerinde en büyük siyasal örgütlenmeyi ifade eden devleti oluşturan üç temel unsur; halk, toprak ve egemenliktir. Demokrasi bu üç unsurdan özellikle egemenliğin kullanımı ile ilgilidir. Egemenliğin kullanım şekli, aynı zamanda yönetim biçimlerini belirler. Egemenlik meşruiyetini halktan alıyorsa, yani egemenlik halka aitse, bu yönetim şeklinin adı cumhuriyettir. Ancak bir rejimin cumhuriyet olması, onun demokratik olduğunu göstermez. Yönetim şeklinin monarşi ya da cumhuriyet olmasının demokrasi ile bağlantısı teorik olarak da pratik olarak da yoktur. Kemal Gözler bunu şöyle ifade etmektedir; “Kanımızca cumhuriyet, devlet başkanlığının irsî olarak intikal etmediği devlet şekli ve monarşi de devlet başkanlığının irsî olarak intikal ettiği devlet şekli olarak tanımlanabilir. Görüldüğü gibi bu tanımlara göre, cumhuriyet ile monarşi birbirinin karşıt kavramlarıdır. Bu tanımlarda demokrasiye atıf yoktur. Cumhuriyetlerin ve monarşilerin demokratik olup olmadığı ayrı bir sorundur.”(1).

Demokrasinin normatif yönüne bakıldığında “halkın halk tarafından halk için yönetimi” olarak değerlendirmek gerekir. Ancak bu ideal duruma ulaşmak kolay değildir. Uygulamada ise demokrasinin varlığı şu ölçütlerle tanımlanabilir; “(1) Etkin siyasal makamlar seçimle işbaşına gelmelidir. (2) Seçimler düzenli aralıklar ile tekrarlanmalıdır. (3) Seçimler serbest, adil olmalı, ve genel oy ilkesi uygulanmalıdır. (4) Seçimlere birden fazla siyasal parti katılabilmelidir. (5) Muhalefetin iktidar olabilme şansı olmalıdır. (6) Ülkede temel kamu hakları güvence altına alınmış olmalıdır.”(2). Bu ölçütlerin şekil niteliği dikkate alındığında, demokrasinin içerik olarak taşıdığı ölçütler de akla gelebilir. Çeşitli kaynaklarda farklı içeriklere vurgu yapılsa da; insan hak ve hürriyetlerinin korunması, kuvvetler ayrılığı, bağımsız yargı erki, hukuk devleti, alternatif enformasyon ve laiklik gibi kavramların, demokrasinin günümüzdeki içeriğinin temellerini oluşturduğunu söyleyebiliriz.

Platon, Devlet adlı eserinde, demokrasinin şekilsel özelliklerinin onun kolaylıkla bozulmasına neden olabileceği tehlikesine dikkat çekmiştir. Demokrasinin günümüzde kazanmış olduğu içerik, şekilsel alandaki olası tehditleri ortadan kaldırabilmektedir. Ancak bunun için içerikte bulunan kavramların hepsinin ayrı ayrı ve birlikte çok önemli olduğunu vurgulamamız gerekir. Burada özellikle alternatif enformasyon üzerinden bir değerlendirme yapmaya çalışacağım. Cumhuriyet, yönetimin meşruiyeti halka dayandığından akla hitap ederken, monarşide birliğin sağlanması, semboller üzerinden duygulara dayalı olarak gerçekleşir (3). Bunu algılaması biraz güç olsa da şöyle ifade etmek mümkündür. Egemenlik tektir ve bölünmez, paylaşılmaz. Cumhuriyet rejiminde halk egemenliği temsil yetkisini bir hükümete seçimle devreder. Hükümeti oluşturan kişiler, meşruiyetini halktan aldığı için, halkın çıkarlarına uygun hareket etmek zorundadır. Bir iktidar baskı ve zor kullanmaya yöneldiğinde meşruiyetini kaybetmeye başlar. Halk seçimlerde başka bir iktidara meşruiyet zemininde egemenliği temsil yetkisi verir. Burada vurgulanması gereken konu, egemenliği temsil yetkisinin, egemenliği kullanma yetkisinden farklı olduğudur. Monarşide ise, hükümdar egemenliğin sahibi ve kullanıcısıdır. Meşruiyetini geldiği soydan alır. Halkın bunu yasal olarak kabul etmesini beklemek doğru değildir. Çünkü egemenliğin sahipliği yasadan çok inanca dayanır. Dolayısıyla monarşide birliğin semboller üzerinden ve duygularla gerçekleştiği söylenebilir. Aslında bu söylemi bir adım ileri götürebiliriz. Adı konmamış bile olsa, tek kişinin yönetimin bütün süreçlerine (planlama, teşkilatlandırma, koordinasyon, yöneltme, denetim) hâkim olduğu ve yönetilenler tarafından bunun (zora dayalı ya da gönüllü) kabul edildiği bir sistemde, bu tek kişinin iktidarının yasadan çok duygu ve sembollere dayalı olarak sürdüğünü söylemek yanlış olmayacaktır. 

Akla dayalı bir sistemin başarısı için, aklın yönetime yansıması esas olmalıdır. Bu iki şekilde olur; 1. Egemenliği temsil yetkisini veren halkın neden oy verdiğini duygulardan bağışık olarak bilmesi gerekir, 2. Yönetim sürecinde de halkın yönetimi etkileyebilme gücünün ve mekanizmalarının bulunması gerekir. Bunun için de yapılacak seçimlerde sandık başına giden halkın her konuda alternatif bilgi kaynaklarına özgür ve bilinçli olarak ulaşabilmesi beklenir. Demokratik yöntemlerden yararlanarak iktidara gelen bütün otokratik yönetimler, öncelikle halkın bilgiye erişimini kontrol etmek isterler. Rus tanklarını Berlin sokaklarında görene kadar Almanların Rusları yendiklerine inandıkları söylenir. Otokratik yönetimler, politikalarının sorgulanmasını istemezler. Bu iki nedenden kaynaklanabilir; ya iktidar gücü bir gurup çıkar çevresi tarafından kullanılmaktadır ve bu düzenin sürdürülmesi gerekmektedir ya da liderin gerçeklikle olan bağı bir şekilde kopmuştur. Her iki durumda da politik söylem, yeni bir sanal gerçeklik inşası ve inşa edilen sanal gerçekliğin desteklenmesi için kullanılır.

Tek kişinin yönetiminde politik söylem, öncelikle bir meşruiyet oluşturma üzerine kuruludur. Yukarıda bahsettiğimiz şekilde, eğer yönetim şekli monarşi ise, zaten meşruiyet kaynağı bellidir. Ancak cumhuriyet rejiminde otokratikleşen bir yönetim, akla ve hukuka dayanan bir meşruiyetten inanca dayanan bir meşruiyete geçiş yapmak zorundadır. Çünkü hiçbir halk baskı ve kötü yönetimi gönüllü olarak kabul etmez. Bu aşamada birliğe ilişkin bir inanç oluşturulmaya çalışılır. Türkiye'de siyaset biliminde karşılığı olmayan "milli irade" söylemi böyle bir çabanın ürünüdür. Seçimler hiçbir zaman bir toplumun tamamının iradesini yansıtmaz. Seçimler sadece milli egemenliği temsil yetkisinin yürütme boyutunu belirler. Çünkü milli egemenliğin kullanımı, yasama, yürütme ve yargı erkleri eliyle gerçekleşir. Milli irade söylemi, inanca dayalı meşruiyet oluşturma çabasının ilk adımıdır. Bu aynı zamanda siyasetin nesnel gerçeklikten kopmaya başladığı noktadır.

İktidarları en çok zorlayan konulardan biri, halkın alternatif enformasyona bağlı olarak, gerçek bilgiye erişiminin olmasıdır. Bu nedenle iktidarların medya ile ilişkileri, akademik çalışmalara konu olacak kadar geniş ve önemli bir konudur. Elbette medyanın da sorumlulukları ve uymak zorunda olduğu etik kuralları vardır. Özellikle kamu politikası süreçlerinde medya, halkın kamusal bir sorun hakkında farkındalığının artırılmasını sağlayarak, bu konuda üretilen kamu politikasının uygulamasının başarısına olumlu yönde katkı sağlar. Ancak siyasi iktidarlar, kamu politikası sürecinin başlangıcı olan "kamusal bir sorunun tespiti" konusunda her zaman kamu yararına hareket etmeyebilir. Oysa kamu yararı her kamusal faaliyetin ruhunu oluşturan bir kavramdır (4). Böyle bir durumda medya, halkın alternatif kaynaklardan haber alma hakkını gözetmek durumundadır. Elbette her medya kuruluşu farklı siyasi görüşleri destekleyebilir, nesnel gerçekliğin sadece bir boyutunu yansıtma politikası izleyebilir. Ama nesnel gerçekliğin çarpıtılması, insanlara sanal bir cennet sunulması medyanın "kamu görevi" yapma sorumluluğu ile uyuşmamaktadır. Siyasi iktidar-medya ilişkilerinde medya patronlarının bir takım haksız çıkarlar için kendilerini siyasi iktidara yakın olarak konumlandırmaları, çok sık rastlanan olgulardandır. Burada nesnel gerçekliğin bir boyutunu sunmak ile, halkı aldatmak arasında oldukça kalın bir çizgi vardır.

Bu tespitlerden sonra Türkiye üzerine değerlendirmemize başlayabiliriz. Türkiye, "Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi" uygulanmaya başlandıktan sonra yapılacak ilk seçimlere yaklaşmaktadır. Seçimlerin 2023 Haziranında yapılacağı yönündeki siyasi iktidar söylemine rağmen, 2022 yılında baskın bir erken seçim ya da 2023 ilkbaharında erken seçim ihtimalleri ise siyasi çevrelerde tartışılmaktadır. Anayasanın 101. Maddesinde Cumhurbaşkanının en fazla iki defa seçilebileceği hükmü bulunmaktadır. 2017 yılında yapılan değişikliklerde bu maddeye dokunulmamış olması, maddenin yürürlükte kalmasını sağlamıştır. Mevcut Cumhurbaşkanı'nın yeniden aday olabilmesi, sadece TBMM'nin seçimlerin yenilenmesi kararı almasına bağlıdır. Bu nedenle seçimin siyasi iktidarın söyleminde yer aldığı tarihten önce yapılması, R.Tayyip Erdoğan'ın yeniden aday olabilmesi için hukuki bir zorunluluktur. Ancak seçimin zamanında yapılması tercih edildiğinde mevcut Cumhurbaşkanı'nın adaylığına hangi yargı kurumunun karşı çıkabileceği, cevabı olmayan bir soru gibi durmaktadır. Elbette seçimlerle ilgili tek sorun bu değildir.

Seçime doğru yol alırken, Türkiye'deki alternatif enformasyon konusunda büyük sorunlar olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Halkın doğru ve tarafsız bilgiye erişimi neredeyse olanaksız hale getirilmektedir. Ekonomik bir krizin içinde olan ülkede alım gücünün düşmesi ve yüksek enflasyon, daha önce yaşanan krizlerle kıyaslandığında siyasi iktidarın oylarında beklendiği oranda büyük düşüşlere yol açmıyor görünmektedir. İşte tam da sorgulanması gereken olgu budur. AKP iktidarının çok başarılı olduğu konuların başında kendi kitlesini konsolide etmek olduğunu söyleyebiliriz. Bu başarının en önemli bileşeni, kendi seçmen kitlesinin taraftarlaştırılmasıdır. (Siyaset ve taraftarlık konusundaki yazım için (5) linkine bakabilirsiniz.) Taraftarlaştırılan kitleyi nesnel gerçekliği algılamaktan uzak tutacak bir medya düzeni ve siyasi iktidarın söz konusu kitle üzerinde kendi sanal gerçekliğini yaratan siyasi söylem, AKP'nin kitlesini konsolide etmede kullandığı stratejinin diğer bileşenleri olarak görünmektedir.

Burada bir kavramdan söz etmekte fayda vardır. Dünyada 2016 yılının en önemli kavramı olarak kabul edilen "Post-Truth" (Gerçek Ötesi) kavramı, nesnel gerçekliğin medya ve siyasi söylemle dönüştürülmesi ve sanal gerçeklik inşasını açıklayan bir kavramdır. Postmodern çağda bireyin gerçekliği anlamlandırmadaki dönüşümünün siyasi etkileri konumuzun özünü oluşturmaktadır. Çelik bu durumu şöyle ifade etmektedir; "Eğer birey örneğin siyaset alanında postmodern dönemin aşırı ayrıntılı ve karmaşık niteliğinde kime güveneceği konusunda rasyonel bir tavır alamayarak, bir biçimde özdeşlik kurduğu bir uzmana hak ve yetkilerini devrediyorsa, mutlak gerçeklik veya mutlak doğruluk tartışmaları anlamını kaybetmektedir"(6). Diğer bir ifadeyle artık birey, kendi adına düşünmesi için güvendiği bir figürün yarattığı sanal gerçekliğe olan inançla tavır almakta ve hareket etmektedir. İnanç, bilginin olduğu yerde son bulur. Bilmek, nesnel gerçekliğin bütün boyutlarıyla kabulüyle olur. Nesnel gerçekliği çarpıttığınızda ya da bütün boyutlarının algılanmasını engellediğinizde, inanç da varlığını sürdürecektir. Sanal gerçeklik inşasında olan da aslında budur. Birey, inandıklarını doğru kabul eder. Bireyin doğru kabul ettiği sanal gerçekliğin karşısına nesnel gerçekliği çıkarma çabası ise, çoğunlukla sanal gerçekliğin koruma duvarlarına çarpar ve sonuçsuz kalır. Burada anlatmaya çalıştığım konu, hiç kimseye ne yapması gerektiğini hatırlatmak değil, rasyonel bir analiz çabası olarak görülmelidir.

Medyada bir şekilde kolaylıkla yanlışlanabilecek söylemlerin siyasi iktidar tarafından sıklıkla dile getirilmesi, aslında halkın bütünü için yanıltma amaçlı bir söylem olarak görülmemelidir. Türkiye'nin ekonomik büyüklükte aşağılara düşerken ilk on ekonomi içerisinde yer almasının kısa ve orta vadede imkansızlığını bilmemek mümkün değildir. Ancak siyasi söylem, tam da kendi kitlesinin sanal gerçeklik algısına uygun bir yaklaşımı yansıtmaktadır. Böylelikle yaşadığı nesnel gerçeklik ortamındaki sorunların  yakın zamanda ortadan kalkacağına inanan bir kitlenin siyasi tavır ve tercihleri konsolide edilmiş olmaktadır. Elbette bu inanç, nesnel gerçeklikle bağdaşmayan kavram setleriyle de desteklenmektedir. Kitlenin karşısında bütün kötülüklerin kaynağı olduğuna inanılan bloklar oluşturulmaktadır. Dış güçler, faiz lobisi, terörist destekçisi gibi içeriği doldurulmaya muhtaç kavramlar, zaten inanmaya hazır kitleyi daha fazla bir arada tutmakta ve çözülmeyi yavaşlatmakta/durdurmaktadır. Mevcut medya düzeninde siyasi söylemin yanlışlanabileceği iletişim araçları kontrol altına alınmakta ve devlet bir baskı aygıtına dönüştürülerek nesnel gerçekliğin farkında olan kitlenin eylemsizleştirilmesi sağlanmaktadır. Demokrasilerin başarı ile sürdürülebilmesi için halkta demokrasi bilincinin yerleşmiş olması, ahlaki düzeyde olgun bir toplumsal yapının var olması ve insanların alternatif bilgi kaynaklarından nesnel gerçekliğin farklı boyutlarını öğrenebilme imkanlarının bulunması gerekmektedir. Aksi halde seçimler aynı rengin tonları arasında bir seçime dönüşür. Aynı siyasi hareketin farklı fraksiyonları (bölüngüleri) vatandaşa alternatif olarak sunulabilmektedir. Oysa hiçbir sorun, kendisini yaratan bakış açısıyla çözülemez.

Yaklaşan seçimler konusunda umudumu muhafaza etmekle birlikte, muhalefetin işinin sanıldığı kadar kolay olmadığını düşünenlerdenim. Seçim daha da yaklaştıkça güvenlikçi politikaların da desteği ile, elindeki kitleyi konsolide etme başarısını gösteren siyasi iktidarın seçimden istediğini alarak çıkması ihtimal dahilindedir. İnancı bilgiye dönüştürecek mekanizmalar bulunmadığı sürece, siyasi iktidar bu yarışta avantajlı görünmektedir. Muhalefet açısından geniş halk kitlelerini nesnel gerçeklikle buluşturmada sorun yaşanabilir, ancak bu asla mazeret olmamalı, umutsuzluğa düşürmemelidir. Muhalefet için Kartacalı komutan Hannibal'ın meşhur sözü ile bir hatırlatma yapmak isterim. "Ya yol bulacağız, ya da yol yapacağız".

Saygı ve sevgilerimle...

Özkan Leblebici

(1) Kemal Gözler, “Cumhuriyet ve Monarşi”, Türkiye Günlüğü, Sayı 53, Kasım-Aralık 1998, s.27-34. (www.anayasa.gen.tr/cumhuriyet.htm; 1.5.2004).

(2) Kemal Gözler, a.g.e.

(3) Kemal Gözler, a.g.e.

(4) https://www.blogger.com/blog/post/edit/6437777967896832870/4849115083371842449

(5) https://strasam.org/stratejisiyaset/siyaset-bilimi/siyaset-ve-taraftarlik-534

(6) Nuriye Çelik, "Post-Truth Çağında Gerçekliğin Sosyal İnşasına Sosyolojik Bir Bakış", Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi, (C.20, S.79), Temmuz 2021, s. 1540-1555, www.esoder.org


Bu yazı STRASAM'da yayımlanmıştır.

https://strasam.org/stratejisiyaset/siyaset-bilimi/siyasette-sanal-gercekligin-insasi-756

 

SAĞLIK POLİTİKASINDA NEREYE GİDİYORUZ?

Sevgili dostlar, kamu politikasının bir süreç içerisinde oluştuğunu ve siyasi iktidarın politika tercihlerinin asla tesadüf olamayacağını yazılarımda belirtiyorum. Dolayısıyla idari nitelikte bir kamu hizmeti olan sağlık hizmeti konusunda oluşturulan politikalar asla tesadüfler sonucunda oluşmadığı gibi, politika çıktıları ve sonuçlarının da tesadüflerle açıklanamayacağını belirtmek gerekir. Elbette politika uygulandıkça istenmeyen sonuçlar ortaya çıkabilir. Ancak bu istenmeyen sonuçlar yeni ortaya çıkan kamusal sorunlar olarak kabul edilmeli ve bunlara karşı politikada gerekli değişiklikler yapılmalıdır. Bu yönüyle kamu politikası süreçleri kesinlikle dinamik süreçlerdir. Yani bir politika oluşur ve oluşmaya devam eder.

Eğer kamu politikası kamusal bir sorundan değil de, küresel akımlardan etkilenerek oluşturuluyorsa, burada ülke dışındaki farklı yapıların politika transferinden söz edilir. AKP'nin 2002 Kasım ayında iktidara gelmesinden sonra yayınladığı AEP (Acil Eylem Planı) ile başlayan süreçte, Japon Kalkınma Bankası ve Dünya Bankası tarafından sağlanan kaynakların, Sağlıkta Dönüşüm Programının alt yapısını oluşturmak maksadıyla kullanıldığı bilinmektedir (1). Elbette politika transferi yoluyla yeni bir politika süreci başladığında, kamuoyunun da bu sürece hazırlanması gerekir. Bu aşamada aslında nitelik yönünden çok iyi örnek olan ancak nicelik yönünden yetersiz kalan SSK Hastanelerindeki kuyruklar, basın aracılığı ile algı operasyonu için kullanılmıştır. Yurt dışından ithal edilen ilaç ve aşılarda normalden 20-30 kat daha ucuza ihale yapabilen bir kurum, örnek alınacağına ve nicelik yönünden geliştirileceğine, küresel sermayeye boyun eğen bir sistem tercih edilmiştir.

Bunun yanında birinci basamağı önceleyen "Sağlığın Sosyalleştirilmesi Kanunu"yla oluşturulmuş sistem, bütün kurumları ve kültürüyle "kötü" ilan edilmiştir. Oysa bugün birinci basamağın güçlü olmasının en az maliyetli ve en etkili sistem olduğu kabul edilmektedir. Uygulanan politikanın en önemli çıktılarından biri olan "Şehir Hastaneleri", optimum büyüklüğün çok üzerindedir. İnsanların birinci basamak sağlık hizmetini kolaylıkla atlayarak ikinci ve üçüncü basamağa ulaştığı bu sistemde düzenli bir sevk zinciri de kurulamadığından, hem devletin hem de sağlığa erişmek için çaba göstermek zorunda kalan halkın maliyetleri artmıştır. 2010 yılına gelindiğinde 10 yılda iki kat artarak 1 trilyon doları aşan dünya ilaç pazarı, yeni sistemin önceliklerini daha açık biçimde göstermektedir.

Sağlık Sisteminin Bileşenleri Dönüşümden Nasıl Etkilendi?

Sağlık hizmetinin finansmanında ülkeden ülkeye farklı modeller uygulanabilmektedir. Ancak finansman, tek başına sistemin işleyişi üzerinde etkili olamaz. Örneğin tamamen özel sağlık sigortası üzerine kurulu ABD sisteminde sağlık harcamaları Avrupa ülkelerinin iki üç katı kadardır ve sağlık hizmetine erişimde büyük sorunlar yaşanmaktadır. Her sigorta temelli sistem bu kadar sorunlu değildir. Almanya'da farklı sigorta modelleriyle yüzde yüze yakın bir kapsayıcılık sağlanmıştır. Türkiye'de SDP ile ihdas edilen genel sağlık sigortası uygulamada çok başarılı olamamıştır. Uzun dönemde devletin sağlık harcamaları artmıştır (2). Bunun yanında özel sağlık kuruluşlarının sayısı artarken, bu kuruluşlara halkın kolayca ulaşabilmesi etkin olamayan bir maliyet artışına sebep olmuştur. Aslında sağlık hizmetinin özelleşmesi ve özel sağlık sigortaları, bu sistemin bilinen ve planlanan sonuçlarından olmakla birlikte resmi politika dokümanlarında bu hedefler öne çıkarılmamıştır. Her kamu politikasının açıklanan hedefleri dışında farklı hedefleri olması mümkündür, ancak bu açıklanmayan hedeflerin belirlenmesinde kamu yararı ilkesi gözetilmiyorsa, bu durum siyasi iktidarlar açısından meşruiyet ve hukuka uygunluk tartışmaları yaratır.

Devlet hastanelerinin "müşteri odaklı" sağlık hizmeti sunmaya başlaması ile birlikte, hastanelerde yöneticiler, maliyetleri kısmak, hasta devir hızını artırmak gibi sağlıkta ciddi olumsuz sonuçlara yol açabilecek uygulamalara gidilmesini görevlerinin bir gereği olarak algılamaya başlamıştır. Oysa sağlık hizmetinin en temel amacının insan hayatının korunması olduğu tamamen unutulmuştur. Bir yandan hastane yöneticileri üzerinde kâr baskısı, bir yandan bütçedeki kısıntıların artışı, yöneticileri sağlık açısından ölümcül sonuçları olabilecek tercihlere yöneltmektedir. Mesleğinin sorumluluğunun bilincinde olan çalışanların uyarıları ise, genellikle çalışma huzurunu bozacak çatışmalara dönüşmektedir. Bütün bu sorunların nereden kaynaklandığı görülmediği sürece insanlar birbirleriyle kavgalı olacak, hukuk sadece bu kavgaların taraflarının haklılığını/haksızlığını tartışacaktır. Doktorlar ve diğer sağlık personeli arasında çalışma barışını bozabilecek aşamaya gelen tartışmalar, parasallaştırılmış sağlık hizmetlerinin sonuçlarından başka bir şey değildir aslında.

SDP'nin önemli sonuçlarından biri de, sağlık çalışanlarının emeklerinin piyasa kurallarına göre belirlendiği ve eğitimin, tecrübenin, bilginin değersizleştirildiği bir düzenin oluşma emarelerinin görünmesidir. Sermaye gurupları tarafından ticari olarak açılan ve devletle olan ilişkilerini kişisel bağlantılar üzerinden yürüten özel sağlık kurumları açısından sağlık çalışanları sadece ücretli bir çalışandır. Bunun adına beyaz yaka ya da mavi yaka demeniz hiç bir şeyi değiştirmez. Ülkenin genel ücret düzeyi düştüğünde sermaye sahipleri personel giderlerini nasıl buna göre ayarlıyorsa, sağlık sektöründe olan şey de farklı değildir. Ülkedeki genel ücret düzeyindeki düşüş, en büyük memnuniyetsizliği eğitimli ve kalifiye çalışanlarda yaratır. Bunun doğal sonucu, küresel işgücü pazarında her zaman geçerli olan alanlardaki işgücünün yurt dışına kaçışıdır (Burada kaçış kelimesi işgücünün yönünü anlatmak için kullanılmıştır. Herhangi bir yargı içermemektedir). Gidilen ülke açısından hiç bir eğitim masrafına katlanmadan sahip olunan işgücü, büyük bir hediye olsa da, gönderen ülke açısından hem maddi hem yaşam kalitesini değiştirecek boyutta manevi kayıptır. Devleti yöneten siyasi iktidarların amacı, yetişmiş insangücünü başka ülkelerin hizmetine altın tepside sunmak değil, ülke insanının çıkarları ve refahı için ülkede tutabilmektir. Bu da hamasetle ve sanal gerçeklik inşası ile mümkün değildir. 

SDP'nin başlangıcında özel hastanelerde kırmızı halıda karşılanan insanların, sonrasında sağlık hizmetlerine erişimde sorunlar yaşamaya başlaması karşısında sağlık çalışanlarına şiddete yönelmesi, uygulanan sağlık politikasının istenmeyen sonuçlarından biridir. Ancak bu kamusal sorun karşısında siyasi iktidarın iki seçeneği vardır; ya şiddete karşı gerekli tedbirleri alacaktır ya da sağlık çalışanlarını, kendisine iktidarda kalmayı sağlayan sağlık hizmetlerinin iyi olduğuna inanan halkla karşı karşıya bırakacaktır. Mevcut durumda iktidar, ikinci politika tercihini açıkça olmasa da zımnen yapmış görünmektedir. Sağlık çalışanlarının iş yükü dünya standartlarının çok üzerindeyken onlardan, hastaların tepkileri konusunda empati beklemek bile çok büyük haksızlıktır. Çünkü gerçekte olması gereken, devletin ve onu yönetme görevini üstlenen siyasi iktidarın sağlık hizmetleri konusundaki yetersizlikleri görmesi ve bunları kamusal bir sorun olarak kabul edip çözümleyici politikalar üretilmesine ortam sağlamasıdır. Sağlık çalışanlarına yönelen şiddetin karşısında, "bu işin sorumlusu benim çalışanlarım değil, benim" diyebilmesidir. Ama bunu diyebilmek ancak demokratik hukuk devletlerinde olur.

Sonuç

SDP, istenen ve istenmeyen sonuçlarıyla, Türk Milletinin gerçekleriyle uyuşmayan bir politika tercihidir. Bu politika tercihi sadece siyasi iktidarın tercihleriyle oluşmamıştır. Bu süreçten kazançlı çıkanları alt alta yazdığınızda, belki listenin en sonuna halkı yazabilirsiniz. İlk sırada ise, tartışmasız çok uluslu ilaç şirketlerini sayabiliriz. G. Mooney, "Küresel olarak DSÖ'nün etkisi azalmıştır, sağlık ve sağlık hizmeti finansmanında IMF ve Dünya Bankası'nın sağlık politikaları giderek daha fazla kendilerini göstermeye başlamıştır"(3) diyerek neo-liberal dönemin sağlık politikaları hakkında doğru bir kanaati aktarmaktadır. Sağlığın küresel boyutta nasıl bir kâr alanı yarattığını "Ulusların Sağlığı" kitabında anlatan Mooney'nin bu eserini sağlık alanında çalışan herkese tavsiye ederim.

Toplumsal dönüşümler kısa zamanda gerçekleşmez. Değişim için birey açısından geçerli olan zaman, toplum için aynı ölçekle değerlendirilemez. Kolektivist bir toplumun politika transferi ile bireyci bir topluma dönüşmesi için gereken zaman, bu dönüşümü yaşayan bireylerce algılanamaz. SDP ile gidilmek istenen hedefin, sağlığın bütün boyutlarıyla özelleştirilmesi olduğunu söylesem, hemen çok şiddetli itirazlar gelecektir. Yazdığım bir makaleden yola çıkarak diyorum ki, yaşanan "devletin din üzerinden neo-liberal dönüşümü"dür (4). Bu dönüşümün sancıları uzun döneme yayılmakla katlanılabilir olmaz. Sadece halkın yurttaşlık bilincinden uzaklaştığını gösterir. Yoksa siz hala sorunun sağlık politikaları olduğunu mu düşünüyorsunuz?

Sevgi ve saygılarımla...

Dr.Özkan Leblebici

(1) Nazan Savaş, (2020), "Dünya Bankası'nın Sağlık Reformları Üzerine Etkisi; Türkiye'de Sağlıkta Dönüşüm Örneği", ESTÜDAM Halk Sağlığı Dergisi, 2020; (5) 1.

(2) İclal Atilla, A. Gülay, (2020), "Türkiye’de Genel Sağlık Sigortası’nın Sürdürülebilirliği İçin Zorunlu Tamamlayıcı Sağlık Sigortası Modeli Önerisi", Uygulamalı Bilimler Fakültesi Dergisi, C.4, S.1, s.17-40

(3) Gavin Mooney, (2013), Ulusların Sağlığı Yeni Bir Ekonomi Politiğe Doğru, (Çev. Cem Terzi), Yordam Kitap, İstanbul, s. 52.

(4) Özkan Leblebici, “Devlet ve Din İlişkileri Bağlamında Devletin Din Üzerinden Neo-liberal Dönüşümü”, Memleket Siyaset Yönetim, Cilt: 9, Sayı: 22, Temmuz 2014, YAYED, Ankara, s. 349-376.


Bu yazı STRASAM'da yayımlanmıştır...

https://strasam.org/stratejisiyaset/siyaset-bilimi/saglik-politikasinda-nereye-gidiyoruz-1190

 

AFETLER VE KENTLER ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

Sevgili dostlar, ülkemizde nüfusun % 80'inden fazlası kentlerde yaşamaktadır. Kentlerde yaşayan nüfusun, ülkenin üretim tarzı da dikkate alındığında, kırsal ile belirli bir dengeyi koruması beklenir. Bunun yanında kentler, avantajlarının yanında bir çok dezavantajı da yapısal olarak barındırır. Bunlardan belki de en önemlisi, kentlerin afetlere karşı hassasiyetinin yüksekliğidir. Ünlü Fransız sosyolog ve filozof Henri Lefebvre, "kapitalizmin yirminci yüzyılın sonunu görebilmesini kent mekanını keşfetmesine borçlu olduğunu" söyler. Gerçekten de kentler sanayi üretiminin artışının mekansal ifadesidir. Bunun yanında kitlesel tüketimin de mekanı olmuştur. Kentlerin büyümesindeki hızlı artış, özellikle Avrupa'da sanayi devrimi ile birlikte gerçekleşmiştir. Nüfusu binlerle ifade edilen kentler, 100-150 yıl gibi bir sürede yüz binlerle ifade edilir olmuştur. İşte bu yüksek nüfus artışı, kentlerin işlevlerini dönüştürürken, bu büyük nüfusun yaşam alanına uygun binaların ve alt yapının oluşmasını da zorunlu kılmıştır. Ancak afetler ve onların yönetimi konusundaki bilgilerimiz oldukça yeni sayılır. Yani afet olgusu mevcut kentleşme olgusunun planlamasına doğrudan etki edememiştir. Tarihte her ne kadar yaşanan afetlerden edinilen tecrübeler yerleşim mekanlarını ve yapıları etkilemiş olsa da, bunların bütüncül olarak ele alındığını söylemek zordur. Dolayısıyla kentler afetlere karşı hassas mekanlar olarak kabul edilmeye başlanmıştır.

Kentler Neden Afetlere Karşı Daha Hassastır?

Afetler, doğal ya da insan kaynaklı olayların sonuçlarının toplumların ve insanların yaşantılarını kesintiye uğratan ve olumsuzluk yaratan boyutudur. Her şiddetli yağış, her deprem, her çığ düşmesi bir afet olmayabilir. Bunları afete dönüştüren, toplumların ve insanların bu olaylardan etkilenme derecesidir. Kentler, bu tür olaylar karşı bir kaç nedenden dolayı hassastır: 1. Her şeyden önce yaşayan nüfusun yoğunluğu, etkilenme derecesini artırır; 2. Üretimin yoğun olduğu mekanların etkilenmesi durumunda ekonomi bundan zarar görür; 3. Altyapının zarar görmesi neticesinde kamu zararı ortaya çıkar ve milli gelir kaybı yaşanır; 4. İnsan kaynağı olumsuz etkilenir ve telafisi uzun zaman alır. Afetlerin müteakip etkilerini de dikkate aldığımızda bu faktörlere yenilerini eklemek mümkündür. Kentlerin büyümesine ve kentleşmenin artışına bağlı olarak yirminci yüzyılda yaşanan afetlerde maddi kayıpların sürekli olarak arttığı tespit edilmiştir. Bu artışın sebepleri, kentlerin barındırdığı nüfusun artışına ve teknolojik gelişmeye bağlı olarak, üretim tesislerinin, altyapının ve eşyaların maliyetlerinin artmasıdır. Kent mekanında gerçekleşen afetlerde, afetin ikincil ve müteakip etkileri de daha fazla olmaktadır. Örneğin altyapısı zarar gören bir kentte, su kıtlığına bağlı olarak salgın hastalık riski yükselmektedir. Ya da toplu halde bulunulan mekanların fazlalığı nedeniyle can kayıpları kitlesel boyutlara ulaşabilmektedir. Afetin şiddetine bağlı olarak toparlanma çok uzun zaman alabilmekte ve müteakip etkiler artabilmektedir. Bu ve benzeri nedenlerle kentler afetlere karşı daha hassas mekânlardır.

Afet yönetimi kent planlamasıyla başlamalıdır. Eğer kentleşme plansız olursa, yetersiz altyapı sorunları kaçınılmaz olarak afet riski yaratan bir unsur olarak karşımıza çıkabilir. Örneğin bir semtte nüfus 50.000 kişi olsun. Bu kentin altyapısı oluşturulurken 100.000 kişilik bir kenti taşıyabilecek bir altyapı oluşturulmuş olsun. Eğer gerekli planlama yapılmaz ve rant uğruna bu kentin nüfusu 500.000 kişiye ulaşırsa, doğal olarak altyapı yetersiz kalacaktır. Normal koşullarda sıradan bir yağmur, kar yağışı ya da fırtına büyük bir keşmekeşe hatta afete bile yol açabilecektir. Altyapının yenilenmesi ise, kamu kaynaklarının verimsiz kullanımına neden olacaktır. Çünkü aynı altyapı 50 yıl sorunsuz kullanılabilecekken, 10 yılda yetersiz duruma gelecektir. Bundan dolayı, plansız kentleşme afet riskini ve afet kayıplarını artırmanın yanında başka riskleri de artırır. Örneğin bir ülkenin bütün sanayi tesislerinin bir bölgede yoğunlaşması, afet ve savaş gibi durumlarda çok büyük milli güvenlik riski doğurur. Aynı durum nüfusun yoğunlaştığı bölgeler için de geçerlidir.

Ülkemizde Kentleşmenin Artışı Nasıl Olmuştur?

İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD tarafından "küresel işbölümü" olarak tasarlanan yapıya uygun olarak Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelere girdilere bağımlı ve makineleşmiş tarımsal üretim tarzı dayatılmıştır. 1950'li yıllardan itibaren Amerikan traktörlerinin yardım adı altında verilmesiyle, tarımsal üretimde hızlı bir verimlilik artışı yaşanmıştır. Verimlilik artışının doğal sonuçlarından biri, köylerdeki işgücünün boşa çıkması olmuştur. Bu yıllardan başlayarak köyden kente hızlı bir göç dalgası başlamıştır. Kentlerdeki nüfus artış hızı bu dönemde yaklaşık % 7 civarındadır. Bu kadar yüksek oranda nüfus artış hızı, kentlerde birçok sorunu da beraberinde getirmiştir. Hızlı konut ihtiyacı, çarpık yapılaşmayı ve gecekondulaşmayı artırmıştır. Hatta 1966 yılında gecekondu kanunu çıkarılmıştır. Hızlı yapılaşma, bir taraftan altyapı sorunları yaratırken, diğer taraftan rant alanları yaratmıştır. Bu rant alanları, iktidarların sırtını dayadığı sermaye sınıfı tarafından istismar edilmiştir. Planlama, denetim ve teknik düzenleme eksiklikleri de eklendiğinde kentler, afetlere karşı aşırı hassasiyet taşıyan mekanlara dönüşmüştür. Elbette bütün bu gelişmeler, birçok detay ve birçok boyut içermektedir. Burada kısaca özetlemeye çalıştığım sürecin sonucu afetlere ancak olduktan sonra müdahale edebilen bir afet yönetim anlayışı olmuştur.

Ülkemizde plansız kentleşmenin en somut örneği İstanbul'dur. 1950'li yıllarda hazırlanan raporlarda 10 milyonu geçmemesi gerektiği belirtilen kentin nüfusu plansız büyüme nedeniyle 20 milyon gibi yönetilmesi zor rakamlara ulaşmıştır. 1973 yılında açılan birinci köprü yapılırken kentin ulaşım planının genel kent planı içerisinde bütüncül olarak ele alınması gerektiğini savunanlar, iş bilmezlikle suçlanmıştır. Sonuçta kentin nüfusu on yılda ikiye katlanmıştır. Aynı durum ikinci köprüde de yaşanmıştır. Rant uğruna kentin dokusu bozulmuş, sanayisi ve nüfusuyla afete karşı artan hassasiyetin yanında milli güvenlik risklerini de artıran bir metropol ortaya çıkmıştır. Bugün, akşam saatlerinde otoyol güzergahı olan Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'ne her iki yönden geliş ve geçiş, özellikle yağışlı havalarda 2 saate kadar uzayabilmektedir. Bu araç trafiği, ülke kaynaklarının israfının yanında olası bir afete karşı da aşırı hassasiyet yaratmaktadır. Ancak bu durum, bir kişinin ya da bir hükümetin sorunu değildir. Özellikle 1950'lerden itibaren bilime ve bilimin gerektirdiği planlama ilkelerine uyulmadan kent mekanı adeta yağmalanarak içinden çıkılamaz hale getirilmiştir. Olası bir İstanbul depremi konusunda mevcut yapı stokunun yenilenmesi çok büyük bir sorun alanı olarak önümüzde dursa da, aslında kent her yağışta küçük bir afet yaşamaktadır. Diğer kentlerde durum farklı mıdır? Kesinlikle hayır.

Sonuç

Afet yönetiminin en önemli özelliği, yaşanan afetlerden sonra örgütsel öğrenmenin çok ön plana çıktığı bir çalışma alanı olmasıdır. Günümüzde teknolojinin sağladığı imkanlarla, her afet türüne karşı alınabilecek tedbirler kolaylıkla tespit edilebilirken, aynı yerde iki yıl arayla sel baskınına vatandaşların kurban verilmesi, "kader" diyerek geçiştirilemeyecek kadar vahim bir durumdur. Yönetim sorumluluğu, merkezi ve yerel yönetimler tarafından üstlenilmesi gereken bir sorumluluktur. Her yönetim kademesinin afet yönetimi konusunda görevleri vardır. İdarenin bütünlüğü ilkesi gereği, yerel ve merkezi yönetim bir bütündür. Dolayısıyla afetlere karşı alınacak tedbirler kapsamında, bir bütünün parçaları olan bu iki yapının koordinasyon içerisinde çalışması gerekir. Bu durum, kimsenin inisiyatifine kalmayacak olan anayasal bir zorunluluktur.

Afetler her zaman doğal olaylar sonucunda ortaya çıkmaz. Bazen insan yapısı olaylar da afete dönüşebilir. Bu tür olaylara karşı alınabilecek önlemler, daha kesine yakın olarak belirlenebilir. Çünkü afete yol açabilecek faktörlerin tamamı kontrol edilebilir düzeydedir. Bu nedenle, doğal afetlerde (çok sınırlı bir değerlendirme açısından) "mücbir sebep" sayılabilecek  kayıplar için, insan kaynaklı olaylarda bu nitelemeyi yapmanın hukuki zemini yoktur. Örneğin maden kazalarının önlenmesi için yapılması gerekenler büyük bir kesinlikle bilimsel olarak belirlenmiştir. Eğer bunlar yapılmamış ve ortaya kayıplar çıkmışsa, burada yönetim sorumluluğu mutlaka vardır. Bu yönetim sorumluluğu sıralı olarak işletmeden başlar ve afetin özelliğine bağlı olarak devletin en üst kademesine kadar uzanır. Eğer yönetim dizgesindeki kişiler bu sorumluluğu kabul etmekte isteksizlerse, bunun açıklamasını hukuki olarak yapmak imkansızdır. Bu durumda yapılabilecek tek açıklama, bundan bin yıl önceki gibi afetlerin "tanrısal bir takdir" olduğudur.

Saygı ve sevgilerimle...

 Bu yazı aşağıdaki linkte yayımlanmıştır...
https://strasam.org/analiz-ve-raporlar/analiz/afetler-ve-kentler-uzerine-dusunceler-1275

            SİVİL TOPLUM VE TEMSİLİ DEMOKRASİNİN GELECEĞİ

https://strasam.org/stratejisiyaset/siyaset-bilimi/sivil-toplum-ve-temsili-demokrasinin-gelecegi-1242

 Sevgili dostlar, sivil toplum düşüncesinin gelişiminde rol oynayan en önemli unsurlardan biri, egemen gücün sınırlandırılması yönünde yaşanan tarihsel gelişmeler olmuştur. Egemen gücün sınırlandırılması anlamında en önemli adım, Magna Carta (Büyük Sözleşme)’dir. Kralın yetkilerinin bir kısmından vazgeçtiği bu sözleşmeden sonra, burjuvazinin güç kazanmaya başladığı bir tarihsel süreç başlamıştır. Konumuzla dolaylı olarak bağlantılı olan olgu ise, kilisenin de bu durum karşısında güç kaybetmeye başladığı bir sürece girilmiş olmasıdır. 16 ve 17. Yüzyıllarda güçlenen burjuvazinin göreli özerklik talepleri, monarkın kişiliğinde gerçekleşen egemenliğin aşama aşama halka geçmesini sağlamıştır.

Burada merkezileşen bürokrasiyi ve devlet gücünü vurgulamakta fayda bulunmaktadır. Bu güç, çıkarların korunması ve genişletilmesi adına diğer güçlerle savaşmayı gerekli kılmıştır. Elbette savaşların finansmanı için en önemli kaynak, vergilendirme olmuştur. Vergi gelirleri içerisindeki payı çok yüksek olan burjuvazi, 17 ve 18. Yüzyıllardan itibaren halk egemenliğinin kurumsallaştığı parlamentoları oluşturan devrimlerin de itici gücü olmuştur. Söz konusu yüzyıllar, tarihsel olarak sivil toplum düşüncesinin politik toplum adını verdiğimiz siyasi yapıdan göreli özerkliğini kazanmaya ve “politik toplum-sivil toplum karşıtlığı” çerçevesinde kavramlaşmaya başladığı bir dönemdir. Burada anlatmaya çalıştığım olayları her toplum kendi özgün koşullarında yaşamış olsa da, genel çerçevenin bu şekilde oluştuğunu söyleyebiliriz.

Demokrasi ve Temsiliyet Arasındaki İlişki Nedir?

Devleti oluşturan üç önemli unsurdan biri olan egemenliğin halka geçişi, halkların kendi kendini yönetme pratiğini de geliştirmiştir. Atina Demokrasisinden yola çıkan demokrasi düşüncesi, tarihsel birikimle birlikte halkın kendi kendini yönetme pratiğini de içeren yeni bir demokrasi anlayışına evrilmiştir. Bu yeni anlayış, yurttaş hakları ile birlikte insan haklarını da modern devlet yapısının vazgeçilmez bir parçası olarak yeniden tanımlamayı gerekli kılmıştır. Elbette tarihte bu gelişimi önceki dönemden ayıran kesin sınırlardan söz etmek mümkün değildir. Örneğin 1791 yılında (yani devrimden iki yıl sonra) Fransız parlamentosu, insan haklarının plantasyonlardaki kölelere uygulanamayacağı yönünde karar alır. Diğer bir deyişle, Fransız Devrimi ile birlikte bir anda her yerde güller bitmemiştir. Ancak yurttaşlık bilincinin parlamentoların ortaya çıkışından sonra süratle geliştiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Halk kendisine ait olan egemenliğe sahip çıkmaya başladıkça politik toplum karşısında sivil toplumun göreli özerkliği aşama aşama gerçekleşmiştir. Bunun için de en önemli unsur, vergi veren halkın, kendini yönetme konusunda daha istekli ve daha bilinçli olmasıdır. Mademki egemenlik halkındır, o zaman vergisini veren halkın bu verginin nereye harcandığı konusunda da söz sahibi olması gerekir.  

Halkın ödediği verginin nereye harcandığı konusunda söz sahibi olması, kararlara katılım konusunu gündeme getirir. Günümüzün karmaşıklaşmış toplumsal yapısında bunun doğrudan gerçekleşmesi, fiziki olarak mümkün görünmemektedir. Dolayısıyla halkı temsil eden parlamentoların oluşumunun temsiliyete en geniş şekilde imkân tanıması gerekmektedir. Ancak bu da yeterli değildir. Günlük hayatın akışında halkın yaşantısını doğrudan ilgilendiren konularda alınacak kararların, daha geniş anlamda oluşturulacak politikaların, süreçlerinde halkın temsil edilmesi gerekmektedir. Belki de günümüzde sosyal bilimlerde en önemli tartışma alanlarından birini oluşturan bu sorunun çözümü sanıldığı kadar kolay değildir. Sadece kurumsal çözüm önerileri ile çözülemeyecek bu sorunda, dikkate alınması gereken ve her birinin geliştirilmesi zaman alabilecek birçok parametre bulunmaktadır. Halkın demokrasi ve vatandaşlık bilincinin geliştirilmesi, siyasetin bir çıkar alanı olarak görülmekten kurtarılması, devletin işlevlerinin hukuk çerçevesinde sağlam bir zeminde tanımlanması, bütün kurumlarda kurumsal hafızanın ve demokrasi bilincinin geliştirilmesi, hukuk devletinin bütün tarihsel birikimi ve kurumlarıyla tesis edilmesi, bunlardan çok önemli gördüğüm bir kaçıdır. Çünkü günümüz demokrasisi ve toplum yapısı, sadece seçimden seçime oy vererek temsiliyetin sağlandığını düşünecek kadar ilkel bir düşünce yapısını kaldıramayacak kadar karmaşıktır. Temsili demokrasinin kendi içerisindeki çelişkiler, katılım mekanizmalarının kolaylaştırılması ile gerçekleştirilecek katılımcı demokrasi ile ortadan kaldırılabilir. Ancak burada önemle olan, katılımın derecesinin politik toplum penceresinden bakıldığında ne kadar kabul göreceğidir. 

Temsiliyette Sivil Toplumun Rolü Nedir?

Sivil toplum ile politik toplum arasındaki ilişkiyi bir metaforla tanımlayabiliriz. Biri sivil toplumu, diğeri politik toplumu temsil eden iki farklı renk balonumuz olsun. Bu iki balonu bir kutunun içinde boşluk kalmayana kadar şişirdiğimizi düşünelim. Bu aşamadan sonra daha fazla şişen balon, diğer balonun alanını daraltacaktır. Aslında alanı daralan balonun hava basıncına dayanımı artarken diğerinin ki azalacaktır. Herhangi bir balonun patlaması durumunda diğerinin zarar görmemesi düşünülemez. Daron Acemoğlu’nun “Dar Koridor” kitabı, başarılı toplumlarda politik toplum ile sivil toplum arasında bir denge koridoru olduğundan söz eder. Bu koridorun bir tarafa doğru aşılması, yani sivil toplumun ya da politik toplumun ağırlığının diğeri aleyhine artması durumunda bunun birçok toplumsal parametrede bozulmaya yol açacağını söyleyebiliriz. Öyleyse sivil toplum ile politik toplum arasında bir denge kurulmalıdır. Bu denge olmadığı/oluşmadığı durumlarda, temsiliyetin sağlanması da çok zordur. Güçlü bir politik toplum karşısında sivil toplumun temsiliyeti en iyi ihtimalle göstermelik uygulamalardan öteye geçemez. Ya da sivil toplumun çok güçlü olması durumunda politik toplumun işlevlerinde yetersiz kalması, politika üretebilme kapasitesinin daralması kaçınılmaz olur. 

Sivil toplum, politik toplumun karşısında ancak örgütlü bir yapıyla var olabilir ve demokrasinin gerektirdiği temsiliyeti sağlayabilir. Bu nedenle bir toplumda sivil toplumun örgütlü yapısı olan derneklerin, sendikaların, meslek örgütlerinin örgütlülük düzeyi ve kuruluş amaçları doğrultusunda faaliyet gösterebilme kapasitesi, temsiliyeti doğrudan etkileyen unsurlardır. Burada sivil toplum örgütünün içerisinde de demokrasinin bütün olarak içselleştirilmiş olması önemlidir. Aksi takdirde bulunduğu konumu egolarını tatmin için bir araç olarak gören, bir gelir kapısı olarak algılayan zihniyetten bir sivil toplum örgütü yöneticisi çıkmaz. Olsa olsa politik toplumun gölgesinde sivil toplumculuk oynayan demokrasi düşmanı çıkabilir. 

Elbette bu aşamada sivil toplum örgütlerinin politika süreçlerindeki işlevleri önem kazanır. Her sivil toplum örgütünün kuruluş amacına bağlı olarak politika sürecine etki etmesi beklenir. Bunun için politik toplumun da politika süreçlerinde katılımı kurumsallaştırmış ve içselleştirmiş olması beklenir. Gerektiği gibi işlemeyen/işleyemeyen bir politika sürecinde sivil toplum örgütlerinin sembolik varlığı, kamu politikasının başarısızlığının da sebeplerinden biridir. Politika sürecinde sivil toplum örgütlerinin katılımcı olarak kendi üyelerinin görüşlerinin süreçteki temsilini sağladığı bir yapıda, kamu politikası toplumsal uzlaşmanın bir sonucu olarak ortaya çıkar. Kamu politikasının katılımcı demokratik bir süreçte oluşması, sivil toplum örgütleri üzerinden temsiliyetin de üst düzeyde gerçekleştiğini gösterir. 

Sonuç

Sivil toplumun gelişmiş olduğu toplumlarda temsiliyet, politik toplum tarafından bahşedilen bir lütuf değil, vatandaşlık hakkının ve bilincinin gereğidir. Bu gereklilik, sivil toplumun örgütlü yapısının güçlü olmasına ve vatandaşların kendi görüşlerine uygun örgütlü yapılarda, kamu politikası süreçlerine etki edebilmesine imkân tanır. Elbette politik toplum da sivil toplum örgütlerine birer politika meşrulaştırma aracı olarak bakma lüksünü kendinde göremez. Ancak bütün bunların temelinde yatan düşünce, egemenliğin halka ait devredilemez bir güç olduğu gerçeğidir. Egemenlik halka aitse, halkın politik süreçlere katılım mekanizmalarının önündeki engellerin kaldırılması gerekir. Demokrasi bilinciyle hareket eden sivil toplum örgütleri, bu mekanizmanın en önemli parçalarıdır. Halkın sivil toplumun örgütlü yapısının içerisinde yer alması için vatandaşlık bilincinin yanında, yeterli bir gelir düzeyinin de olması gerekir. Çünkü sivil toplum örgütlerinin faaliyetlerini sürdürebilmek için en önemli gelir kalemi üyelerin aidatlarıdır. Oysa Türkiye’de birçok sivil toplum örgütü, maddi yetersizlikler nedeniyle kuruluş amacına yönelik çalışma yapabilmekten çok uzaktır. 

Sivil toplumun güçlü olduğu ülkede demokrasi, kimsenin savunuculuğuna ihtiyaç duymaz. Politik toplum, sınırlarının farkında olur ve bu sınırları aşmaya gerek de görmez. Eğer ülkemizde demokrasinin kurumsallaşması isteniyorsa, bunun yolu güçlü bir sivil toplumdan geçmektedir. 

18 Şubat 2022 Cuma

BİLİMSEL ÇALIŞMA VE TARAFTARLIK

Bu yazı 11 Ocak 2013 tarihli ve 1347 sayılı Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji dergisinde yayımlanmıştır.  

BİLİMSEL ÇALIŞMA VE TARAFTARLIK

İnançlarımız; algılarımızı, olayları yorumlamamızı ve sonuçta kararlarımızı etkileyebilmektedir. Neye niçin inandığımız sorusunun cevabı, inançlarımızın oluştuğu çevrenin etkilerinin analizi ile anlam kazanır. Bu konu bir yerde sosyal psikolojinin araştırma alanında bulunur. Tarih boyunca insanın “neden?” sorusuna cevap arama uğraşı, aynı zamanda inançlarımızın oluştuğu ve olaylara bakış açılarımızın belirlendiği bir çevrede gerçekleşmiştir ve gerçekleşmektedir. Aynı zamanda yönetimin siyasi örgütlenmesinin ve yönetilenler üzerindeki otoritesinin tesis edildiği söz konusu çevrede iktidar ve otorite arasındaki bağ, ideolojinin meşrulaştırıcı gücü üzerinden sağlanmaktadır. Bu da bizi, ideolojinin inançlarımızı ve dolayısıyla kararlarımızı etkilediği sonucuna götürür.

Foucault ideolojinin iktidarın temsilindeki işlevini şöyle açıklamaktadır; “İdeoloji, temsilin temelini, sınırlarını veya kökünü sorgulamamakta, genel temsil alanında dolaşmakta, burada ortaya çıkan zorunlu ardışıklıkları saptamakta, oradaki bağlantıları tanımlamakta, orada hüküm sürebilen bileşim ve çözülme yasalarını açığa çıkarmaktadır. Bütün bilgiyi temsiller alanına yerleştirmekte ve bu mekânı dolaşarak, onu örgütleyen yasaların bilgisini formüle etmektedir. Bir bakıma bütün bilgilerin bilgisidir.”[1] İdeolojinin iktidar alanındaki işlevini benzer biçimde tanımlayan, hatta bir aşama daha ileri götüren bir düşünür de Althusser’dir. O’nun ideolojiyi ele alışı, “balığın içinde yaşadığı su”[2] benzetmesiyle tanımlanabilir. İdeoloji bir ortamdır ve toplumda çok şey onun aracıdır. Diğer bir ifadeyle bilinç, ideolojinin bir fonksiyonu olarak ortaya çıkar. Çünkü algılarımızı belirleyen, ideolojidir.

Marks’ın bir alt yapı değişkeni olarak tanımladığı ideolojiyi bir üstyapı unsuru olarak gören Gramsci; organik ve keyfi ideoloji ayrımına giderek, insan yığınlarını örgütlediğini ve harekete geçirdiğini düşündüğü organik ideolojinin tarihsel olarak bir zorunluluk olabileceğini savunmaktadır.[3] Keyfi ideoloji ise daha çok polemik üretmektedir. Ancak bu noktada Foucault, yönetilenler açısından edilgen bir değerlendirmede bulunmaktadır. Buna göre nüfus yönetimin bir nesnesi olarak tanımlanırken, yönetimden isteklerinin farkında olan ama kendisine yapılanların farkında olmayan bir unsur olarak belirtilmektedir.[4] Kurulan denklemin bu noktasında yönetilen kitlelerin, Gramsci’nin deyimiyle, organik bir ideoloji ile örgütlenmesinde ya da harekete geçmesinde etkin olan güç, iktidardır. Öyleyse olan bitenin farkında olmayan ve sadece kendi taleplerinin farkında olan bir nüfus, bu taleplerin hangi bilinç düzeyinde oluştuğunu algılama aşamasında iktidarın belirlediği ideolojik düzlemde bu taleplerini gerçekleştirmeye çalışacaktır. Olan bitenin açıklaması işlevini üstlenen bilim de aynı düzlemde ilerleyecektir. Bu noktada bilim ve ideoloji ilişkisini açmamız gerekmektedir.

Her şeyden önce bilim ve ideoloji bir denklemin iki eşit tarafı değildir. Söylem bazında kuramsal yaklaşım; “var” ya da “olabilir” derken, ideolojik yaklaşım; “olmalıdır” der. Bilimsel kuram bir inanç ya da değer sistemine değil, olgulara dayanırken; ideoloji bir inanç, değer yargısı ve ahlak sistemine dayanmaktadır.[5] Bu farklılıklara rağmen ikisinin birbiri ile ilgisi bulunmadığını söylemek zordur. Şaylan, “ideoloji-kuram ilişkileri doğa bilimleri üzerinde bile belli bir ölçüde etkili olurken, toplumsal çatışmanın keskinleştiği, belli bir toplum düzeninin yerini bir başka düzene bırakmak üzere olduğu çağımızda toplum bilimi önermelerinin herhangi bir toplumsal içerik taşımaması olanaksızdır”[6] görüşüyle bir zorunluluğa işaret etmektedir. Her ideoloji bir kuramsal temel üzerinde var olur. Ancak bu noktadan sonra ideolojiyle kuram arasında karşılıklı bir etkileşim söz konusudur. İdeoloji kuramı kendi söylemlerini meşrulaştırmak için kullanır ve değişime zorlar. Kuramlar yetersiz kaldığı noktada ya ideoloji yeni bir kuramsal temel bulur ya da başarısız olur. Bütün bu süreçler, toplum bilimlerinde nesnellikten uzaklaştırıcı göreli bir körlük yaratır.

Bilme merakının sistematik bir biçim alması, bilimin emekleme evresi olarak adlandırılabilir. Aristoteles’in ünlü eseri “Metafizik”; “Bütün insanlar bilmek isterler” cümlesiyle başladıktan sonra, bilmenin derecelerini anımsama, deney, sanat ve bilim olarak üç aşamada betimlemektedir. Aristoteles, üçüncü aşamayı insana özgü olarak tanımlar. Bu aşamada bilim; “sonuçları ya da faydası açısından değil, kendi uğruna salt kendisi için istenen bilgidir ve sanatın üstünde yer alır.”[7] Buna göre bilgelik; “hiçbir yarar ve sonuç gözetmeksizin saf bilgiye ulaşma uğraşı içinde olmayı gerektirir.”[8] Bu derecede bir yansızlık, inançların toplum ve insan hayatındaki yerinden dolayı oldukça zordur. Toplumda yeniliğe karşı direnç ve insanların kendi durumunun değişmesine karşı korunma güdüsü de eklendiğinde, sorun sadece bilim adamının yöntem sorunu olmaktan çıkar.

Bilgi birikiminin sürekli arttığı bir ortamda bilimin sadece bilgi birikiminden ibaret olmadığını ve bilimin biriken bilgiyle değil devrimsel ve döngüsel paradigma kaymalarıyla ilerlediğini savunan Kuhn, politik ve bilimsel devrimlerin paralel önkoşulları olduğunu, mevcut yapılarda kendini koruma güdüsü bulunduğunu belirtmektedir. Gelişmelere ayak uyduramayan kurumları korumanın yol açtığı krizlerle birlikte devrimsel gelişmeler ortaya çıkar ve yeni yapılar eskilerin yerini alır. Bu toplumlar için geçerli olduğu gibi bilim için de geçerlidir. Kopernik devriminin Newton; onun da Einstein devrimiyle değiştiğini ifade etmektedir.[9] Bilimdeki bu paradigma değişimleri, bilimin araştırma nesnelerini etkilediği kadar, araştırma metotlarını da etkilemiş, değiştirmiş ve dönüştürmüştür. Disiplinlerin alanları kolay ve kesin belirlenebilir sınırları aşmıştır. İşte bu ortamda disiplinlerin kendi alanında çalışma arzusu ya da kendi alanını önemseme duygusu, bilimsel araştırmalarda yansızlığı engelleyen direnç noktalarından birini oluşturur. Bu aşamada “disiplin” tanımlanmaya muhtaç bir kavram olarak karşımızda durmaktadır.

 “Disiplin” kelimesinin kökeni Latince “discipulus” (öğrenci) ve “disciplina” (öğretim) kelimelerinden gelmektedir. İngilizce sözlük karşılığı eğitimden, otoriteye boyun eğmeye ve kendini kontrol etmeye kadar çok farklı anlamları bulunan kelime ile aynı kökten gelen “disciple” ise (dinsel anlamda) mürit kelimesinin karşılığı olarak kullanılmaktadır. Akademik anlamda ise, yüksek okul ve üniversite düzeyinde eğitim verilen ve araştırma yapılan bilgi dalı olarak tanımlanmaktadır.[10] Foucault’nun “insanları uysal bireyler haline getiren şiddetli politik güç” olarak tanımladığı disiplin, insanların nasıl davranması ve düşünmesi gerektiğini tanımlayan moral bir boyuta da sahiptir.[11] Akademik disiplin; belirli bir araştırma nesnesine sahip olmalı; bu araştırma nesnesiyle ilgili özel bilgi birikimi sağlamalı; özel bilginin derlenebilmesi için kuram ve kavramlara sahip olmalı;  araştırma nesnesine uygun özel teknik dil ve terminolojiye sahip olmalı; araştırma gereksinimlerine göre yeni araştırma teknikleri geliştirmeli; üniversite veya yüksekokulda öğretilen konularda kurumsal görünürlüğü olmalı ve kendini yeniden üretebilecek saygın akademik birimlere ve bunlarla bağlantılı mesleki kuruluşlara sahip olmalıdır.[12]

Bir bilim insanı, yukarıda belirtilen hususların bilincinde olmalıdır. Gerçeği aramak ve gerçeği aradığını sanmak farklı şeylerdir. İnançlarımız gerçekliği değiştiremez ama gerçekliği algılama biçimimizi değiştirebilir. Bilim insanı açısından inançlarını bilimsel araştırmanın dışında tutabilmek zordur ama mümkündür. İnançlarımızın taraftarca savunulmaya başlandığı noktada ise bu asla mümkün olamaz. Taraftar olan artık mensubu olduğu düşünceye aidiyetini bir ibadet gibi yaşamaya başlar. Kendi düşünceleri ikinci plana itilir ve öznellik yitirilir. Bu durum bir futbol maçını eğlenceli kılabilir ama bilim açısından yanlışları doğru sanıp onlardan yeni yanlışlar üretmek gibi büyük bir tehlikenin söz konusu olduğunu söyleyebiliriz. Gramsci’nin organik aydın, geleneksel aydın ayrımına değerli bir katkıda bulunan Reyhan, hükümetin söylemlerini meşrulaştırma çabası içinde yeni bir aydın tipolojisi ortaya koyar ve bunu “hizmetli aydın” olarak adlandırır.[13] Buna “taraftar aydın”ı da ekleyebiliriz. Bütün inançların (dinsel, politik, sosyal vs.) aidiyet duygusuyla “taraftarca” yaşanması, bilimin sahip olması gereken bağımsız düşüncenin önünde bir duvar gibi yükselmektedir. Her konan tuğla ise gerçeklere ulaşmayı bir o kadar imkânsız kılmaktadır.



[1] Michel Foucault, Kelimeler ve Şeyler, (Çev.M.Ali Kılçbay, 3. Baskı), İmge Kitabevi, Ankara, 2006, s. 340.

[2] Metin Kazancı, Althusser, “İdeoloji ve İdeolojiyle İlgili Son Söz”, http://ilef.ankara.edu.tr/, 05.12.2012.

[3] Antonio Grmasci, Hapishane Defterleri, (Çev. Adnan Cemgil, 5. Baskı), Belge Yayınları, İstanbul, 2007, s. 81, 82.

[4] Michel Foucault, Entellektüelin Siyasi İşlevi, (Çev.Işık Ergüden vd., 2. Baskı), Ayrıntı Kitabevi, Ankara, 2005, s. 282.

[6] Gencay Şaylan, “Yönetim Biliminin Evrenselliği”, Amme İdaresi Dergisi,(C.11, S.2, 1978), TODAİE, Ankara, s.3-15.

[7] M.Ali Ağaoğulları (Ed.), Batıda Siyasal Düşünceler, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011, s. 130-131.

[8] A.k.

[9] T.S.Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions, Second Edition, Un. of Chikago Press, London, 1970, s. 92-93.

[11] Armin Krishan, “What Are Academic Disciplines?”, Working Paper, University of  Southhampton, 2009.

[12] A.k.

[13]Hakan Reyhan, “Kürt Açılımı Sürecinde Yeni Bir Sosyolojik Açılım”, 16 Mayıs Der., S. 14, Ankara, 2009, s. 25-28.

27 Ocak 2022 Perşembe

 AFET YÖNETİMİNDE YAKLAŞIM SORUNSALI VE KAMU YÖNETİMİNİN ETKİNLİĞİ

AFET YÖNETİMİNDE YAKLAŞIM SORUNSALI VE KAMU YÖNETİMİNİN ETKİNLİĞİ

Sevgili dostlar Strasam'da yayımlanan yazım aşağıdadır. 

https://strasam.org/stratejisiyaset/siyaset-bilimi/afet-yonetiminde-yaklasim-sorunsali-ve-kamu-yonetiminin-etkinligi-466


Afetlere bakış açısı insanlık tarihinde bilimin gelişmesine bağlı olarak değişmiştir. İnsanoğlunun bilgi birikiminin yetersiz olduğu zamanlarda afetler doğa üstü güçlere izafe edilirken, bilimsel bilginin gelişmesiyle birlikte, doğa olaylarının sebepleri ve sonuçları anlaşılmaya başlamıştır. Bunun yanında göçebe insan toplulukları sebeplerini bilmese de bazı doğa olaylarına karşı tecrübeleriyle önlem almayı bilmiştir. Örneğin yağışlı bir havada dere yatağına çadır kurarlarsa selin verebileceği zararları yaşayarak öğrenip buna dikkat etmişlerdir. Buradan yola çıkarak afetlerin büyük ölçüde insan topluluklarının kararlarına bağlı olarak doğal olayların dolaylı sonucunda ortaya çıktığını söylemek mümkündür. Ancak şunu vurgulamakta fayda vardır; günümüzde teknolojinin sunduğu imkanlar, riskleri yaşamadan değerlendirme olanağı sağlamıştır. Örneğin sayısal haritalarda yaşanan ilerlemeler neticesinde çeşitli zaman dilimlerindeki yağış istatistiklerine bağlı olarak, sel riski altındaki alanlar kolaylıkla tespit edilebilmektedir. Bu risklere rağmen yapılaşmada değerlendirmelerin dikkate alınmaması tamamen insan kaynaklı bir kusurdur ve yağışın beklenenden fazla olması yaşananların mazereti olamaz.

Özellikle 19 ve 20'nci yüzyıllarda kentleşmenin oransal artışı afetlerin sonuçlarının daha yıkıcı ve maddi kayıplarının daha fazla olmasına zemin hazırlamıştır. Kent planlaması, afetlere karşı alınacak tedbirler kapsamında önemli bir disiplin haline gelmiştir. Bunun yanında afetlerin artan maliyetleri, devletlerin ekonomik, moral ve insan gücü üzerinde önemli baskılar oluşturduğundan, afetlere karşı sistemli bir yaklaşımın geliştirilmesi gerekliliği kendini göstermiştir. Bu konuda ilk kapsamlı yaklaşım, afetleri bir döngü olarak kabul eden bütüncül afet yaklaşımıdır.  ABD'de 1979 yılında kurulan Federal Acil Durum Yönetimi Ajansı (FEMA) bu yaklaşım üzerine kurulmuştur. Bu yaklaşımın temeli afetleri öncesi ve sonrası olarak farklı yönetsel uygulamalar gerektiren bütün sürecin yönetimi şeklinde ele alma düşüncesidir. Afet döngüsünde afet öncesi, zarar azaltma ve hazırlık; afet sonrası, müdahale ve iyileştirme olmak üzere dört temel safha bulunur. Afet öncesi temel olarak risk yönetimini esas alırken, afet sonrası kriz yönetimi odaklıdır. Kriz yönetimindeki başarı ise, doğrudan risk yönetiminin başarısına bağlıdır. Bu nedenle de afet risklerinin önceden belirlenmesi ve alınacak tedbirlerin bu çerçevede değerlendirilmesi, afetlerde kayıpların azaltılması ve normal yaşantıya çabuk dönülebilmesi için bir zorunluluk olarak görülmelidir.

Ancak yirminci yüzyılın son çeyreğinde yaşanan afetler, mühendislik uygulamalarına dayanan bu yaklaşıma bakış açısını da değiştirmiştir. Başlangıçta toplumların afetlere karşı dirençli olması tartışılırken, zamanla afetlerden çabuk çıkabilen toplumlara doğru bir yönelim olmuştur. Kuramsal olarak afet yönetimine yaklaşımda da kriz yönetiminden risk yönetimine olan kayma, zamanla bütüncül hassasiyet yönetimine doğru evrilmiştir.[i] Bunu güncel bir örnekle açıklayabiliriz; son günlerde medyada yer alan "Kilimli Sahil Yolu" dalgalar nedeniyle sürekli olarak hasara uğramaktadır. Buradaki riskin ne olduğu büyük ölçüde bellidir. Dalgalar kötü hava koşullarının gerçekleştiği günlerde yükselerek yola zarar vermekte ve kullanılmasını engellemektedir. Bu riske karşı hangi mühendislik çözümlemelerinin yapılabileceği de bellidir. Her çözüm doğal olarak da farklı bir maliyet demektir. Hassasiyet yönetimi (vulnerability management), afet riskinin mümkün olabileceği seçeneklerden kaçınmayı gerektirir. Bu da, yolun gerekli ölçümler yapıldıktan sonra, daha güvenli başka bir güzergahtan geçirilmesidir. Ancak yapılan hatalarda ısrarcı olmak, kamu kaynaklarının israfı ile sonuçlanacaktır. Dolayısıyla tercih edilen afet yönetimi yaklaşımının kamu politikası ile doğrudan ilişkisi vardır. Bu ilişkiyi ortaya koymak için öncelikle kamu politikasının ne ifade ettiğini açıklamak gerekir.

Easton, politikayı "değerlerin otoriter tahsisi" olarak tanımlar ki, bu tanımlama kamu politikasının en kısa fakat en doğru tanımlarından biridir. Devlet adını verdiğimiz siyasal örgütü yöneten hükümet, çeşitli alanlardaki politikalarıyla değerlerin çeşitli toplum kesimlerine (ya da sınıflarına) dağıtımını sağlar. Toplumsal olan her olgu, bu nedenle kamu politikasının konusudur. Bir yol yapmak da bir politika tercihidir, cami yapmak da, okul yapmak da politika tercihidir. Yani hükümetlerin afet yönetimi konusundaki yaklaşımı da tercih edilen bir kamu politikasıdır. Ancak sorun bu kadar basit değildir. Her politika tercihinin parasal, hukuki ve siyasal boyutları vardır. Hükümetler kamunun parasını kamu için harcadıklarından dolayı, politika tercihlerinde toplumsal barışı bozacak dengesizliklerden kaçınmalıdır. Bu nedenle de bilimsel verilerin desteklemediği politikalardan ziyade, hesabını verebileceği rasyonel ve bilimsel verilerle desteklenen politikaları tercih etmelidir.

Afet yönetimi açısından değerlendirildiğinde afetlerle tercih edilen kamu politikaları arasında çok yakın bir bağ vardır.[ii] Tercih edilen bir kamu politikası, kendi risklerini de yaratmış olur. Örneğin enerji politikası çerçevesinde yapımına karar verdiğiniz nükleer santral, oluşabilecek bir kaza riskini içinde barındırır. Afet yönetimi konusunda dünyada en etkin afet yönetim sistemlerinden birine sahip olan Japonya, 2011 yılında Tohoku depremi sonrası afetin ikincil etkileri neticesinde oluşan tsunami ile Fukuşima Nükleer Santrali'nde yaşanan kazaya engel olamamıştır. Çünkü oluşabilecek tsunami için "1960 da Şili'de gerçekleşen tsunami göz önüne alınarak" belirlenen 3,1 metre yükseklik, 2002 yılında 5,7 metre tsunami için geliştirilmesine rağmen yetersiz kalmıştır.[iii] Burada bir yanlış anlamaya meydan vermemek adına şunu belirtmekte fayda vardır. Her politika tercihinin az ya da çok riski olabilir. Önemli olan kabul edilebilir riskleri öngörmek, kabul edilemez risklere sahip politika tercihlerini seçenek dışında bırakmaktır. Sonrasında da öngörülebilir riskin yönetilebilmesi için gerekli çalışmaların yapılması gerekmektedir.

Türkiye'de 2009 yılında acil durum yönetimini tek çatı altında toplamak maksadıyla yürütülen çalışmalar sonucunda kurulan Afet ve Acil Durum Yönetimi (AFAD) Başkanlığı, Başbakanlığa bağlı bir kurum olarak faaliyet göstermekteydi. 15.07.2018 tarihli ve 4 sayılı Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile İçişleri Bakanlığına bağlı bir kurum olarak yeniden yapılandırıldı. Bakanlıklar arasında sıkı bir koordinasyona gerek duyulan afet yönetim sürecinde sorumluluğun içişleri bakanlığı bünyesinde tesis edilmesi ve koordinasyon amacıyla AFAD Başkanlığı bünyesinde kurulu olan üç kurulun sayısının bire indirilmesi, koordinasyonda yaşanacak zorluklar konusunda soru işaretleri taşımaktadır. Kurumun oluşturulmasında temel amaçlardan biri koordinatör makam olma özelliği olmasına karşılık taşra teşkilatı ile icracı bir kurum gibi görünen AFAD, 1979 yılında ABD'de kurulan FEMA'nın kurulduğu paradigma üzerine kurgulanmış bir örgütsel yapıya sahiptir. "Afete dirençli toplum oluşturmak" kurumun vizyonu olarak belirlenmiştir. Ancak afete dirençli toplum, daha çok jeoloji, mühendislik ve şehir planlama uygulamalarının etkili olduğu; bunun yanında disiplinlerarası bir yaklaşımla ele alınmasına gerek duyulan afet yönetiminde önemli aktörleri sürecin dışında tuttuğu ve acil durum yönetiminin gerektirdiği fonksiyonel alanları karşılamakta yetersiz kaldığı için eleştirilmektedir.[iv] Kurumun 2019-2023 Stratejik Planında belirtilen amaçlara bakıldığında, proaktif bir yönetim anlayışının ipuçlarını bulma imkanı oldukça zor görünmektedir. Altı amaçtan ikincisinde; "Risk odaklı bütünleşik afet yönetim anlayışının benimsenmesini ve tüm sektörlere yerleşmesini sağlamak." ifadesi yer almaktadır. Kuramsal olarak bakıldığında bütünleşik afet yönetimi, riskleri afet sonrası etkileri dikkate alarak değerlendiren bir yaklaşımdır. Oysa günümüzde afet yönetiminde hakim paradigma, afete karşı hassasiyetin ortadan kaldırılmasına yönelik bir yaklaşımı öne çıkarmaktadır. Bu yaklaşımın gelişmesindeki en önemli etkenin gelişen teknolojik imkanlar sayesinde birçok riskin etkin şekilde değerlendirilebilmesinin mümkün olabilmesi olduğunu söyleyebiliriz.

Ülkemizde afet denildiği zaman ilk akla gelen afet türünün deprem olması, afet yönetimi ve sürecinin yönetilmesi konusundaki anlayışa da yansımış görünmektedir. Oysa çok farklı afetler yaşanabilmekte ve yaşandığı zaman, örgütlenmedeki yetersizlikler, istenmeyen sonuçların ortaya çıkmasına sebep olabilmektedir. Bunun en yakın örneği, Ağustos 2021'de birçok bölgede aynı zamanda başlayan orman yangınlarıdır. Yangınların büyüklüğü, AFAD'ın taşra örgütlerinin müdahale gücünün çok ötesine geçmiştir. Zamanında risk değerlendirmesi doğru yapılmadığından müdahalede etkisiz kalınmış ve hem çevresel hem ekonomik olarak çok olumsuz sonuçlar ortaya çıkmıştır. Oysa yaz aylarında orman yangını istatistikleri bile değerlendirilmiş olsa, böyle bir ihtimale karşı etkin bir yangın söndürme filosunun varlığı, hazır bulundurulması, ormanlık bölgelerin imarı gibi konularda birçok düzenleme yapılması ve tedbir alınması mümkündür.

Yine Ağustos 2021'de Kastamonu'nun Bozkurt ilçesinde yaşanan sel felaketinde yanlış yere kurulduğu iddia edilen tomruk deposunun dağılması ve dağılan tomrukların suyun serbest akışını engelleyen bir baraj oluşturduğu aktarılan bilgiler arasındadır. Bunun yanına yanlış imar planları da eklendiğinde felaket ortaya çıkmıştır. Sel felaketi sonrasında "Böylesine bir yağış beklemiyorduk" ifadesi, ancak kamu yöneticilerinin beceriksizlik beyanı olabilir. Sayısal haritalar yoluyla yıllık yağış rejimleri üzerinden her bölge için sel ihtimalini belirlemek mümkünken, bunların neden dikkate alınmadığının bilimle açıklanabilecek cevapları yoktur. Yine 2012 yılının Temmuz ayında "Yaz ortasında Samsun’u vuran sağanak yağış, felakete neden oldu. Dere yatağına yapılan TOKİ konutlarında 10 kişi hayatını kaybetti"[v] haberinde belirtildiği gibi, kamunun yaptırdığı konutlarda yaşanan can kayıplarının sorumluluğunu kabul eden kimse olmamıştır. Afet yönetim yaklaşımlarının kuramsal sınırlarını aşan bir ihmaller zincirinin afet yönetim süreci ile kamu politikası arasındaki ilişkiyi yeniden düşündürdüğünü söylemek mümkündür.

Afetlerle beraber milli güç unsurlarının zayıfladığını ve kayıpların ülkenin refahını etkilediğini görmek için çok büyük araştırmalara gerek yoktur. Mine Kırıkkanat'ın "Bir Gün, Gece" adlı kurgu romanında olası bir İstanbul depreminin Türkiye için yaratabileceği güvenlik riskleri, çarpıcı bir şekilde anlatılmıştır. Gerçekten de olası bir İstanbul depremi bilimsel çalışmalarda dile getirilmesine rağmen, kamu politikalarının bu ihtimali görmezden gelen bir anlayışla şekillenmesi gelecek adına endişeler yaratmaktadır. Unutulmamalıdır ki, her afet bir kamu politikası tercihinin yarattığı risklerden kaynaklanır. Kamu politikasının oluşmasında karar noktasında bulunan hükümetler ise, yaptığı bütün tercihlerden dolayı siyasi sorumluluk hatta bazı durumlarda hukuki sorumluluk taşımaktadır. Elbette hukuki sorumluluğun yargısal denetimi, demokratik rejimlerin temel özeliklerinden biri olan erkler ayrılığının gereğidir. Bu kapsamda bu yazıda ifade edilen düşünceler, afet yönetimi yaklaşımı sorunsalına kamu yönetimi penceresinden bir bakışın ürünüdür. Bir yöneticinin en önemli sorumluluğu elindeki kaynakları etkin ve verimli kullanmaktır. Bu, bir şirket yöneticisi için kârlılığın, bir komutan için zaferin, bir devlet başkanı için halkın refahının anahtarıdır.



i David A.Mcentire, "Comparision of Disaster Paradigms: The Search for a Holistic Policy Guide", Public Administrative Review, December 2001, p. 267-281.

[ii] Özkan Leblebici, "Afet Yönetim Yaklaşımları ve Kamu Politikası Bağlamında Afetlerin Çevreye Etkileri", Memleket Siyaset Yönetim, Sayı 23, Ankara, 2015, s. 41-78.

[iii] https://www.afad.gov.tr/kbrn/fukushima-daiichi-nukleer-santral-kazasi, 21.01.2022.

[iv] David A.Mcentire, a.g.k., s. 269.

[v] https://www.ntv.com.tr/turkiye/samsunda-sel-felaketi-11-olu,XmFt9Hbck0yWrSQddndK6w, 21.01.2022.