Bu yazı 11 Ocak 2013 tarihli ve 1347 sayılı Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji dergisinde yayımlanmıştır.
BİLİMSEL ÇALIŞMA VE TARAFTARLIK
İnançlarımız; algılarımızı,
olayları yorumlamamızı ve sonuçta kararlarımızı etkileyebilmektedir. Neye niçin
inandığımız sorusunun cevabı, inançlarımızın oluştuğu çevrenin etkilerinin
analizi ile anlam kazanır. Bu konu bir yerde sosyal psikolojinin araştırma
alanında bulunur. Tarih boyunca insanın “neden?” sorusuna cevap arama uğraşı,
aynı zamanda inançlarımızın oluştuğu ve olaylara bakış açılarımızın
belirlendiği bir çevrede gerçekleşmiştir ve gerçekleşmektedir. Aynı zamanda
yönetimin siyasi örgütlenmesinin ve yönetilenler üzerindeki otoritesinin tesis
edildiği söz konusu çevrede iktidar ve otorite arasındaki bağ, ideolojinin
meşrulaştırıcı gücü üzerinden sağlanmaktadır. Bu da bizi, ideolojinin
inançlarımızı ve dolayısıyla kararlarımızı etkilediği sonucuna götürür.
Foucault ideolojinin iktidarın temsilindeki işlevini
şöyle açıklamaktadır; “İdeoloji, temsilin temelini, sınırlarını veya kökünü
sorgulamamakta, genel temsil alanında dolaşmakta, burada ortaya çıkan zorunlu
ardışıklıkları saptamakta, oradaki bağlantıları tanımlamakta, orada hüküm
sürebilen bileşim ve çözülme yasalarını açığa çıkarmaktadır. Bütün bilgiyi
temsiller alanına yerleştirmekte ve bu mekânı dolaşarak, onu örgütleyen
yasaların bilgisini formüle etmektedir. Bir bakıma bütün bilgilerin bilgisidir.”[1]
İdeolojinin iktidar alanındaki işlevini benzer biçimde tanımlayan, hatta bir
aşama daha ileri götüren bir düşünür de Althusser’dir. O’nun ideolojiyi ele
alışı, “balığın içinde yaşadığı su”[2]
benzetmesiyle tanımlanabilir. İdeoloji bir ortamdır ve toplumda çok şey onun
aracıdır. Diğer bir ifadeyle bilinç, ideolojinin bir fonksiyonu olarak ortaya
çıkar. Çünkü algılarımızı belirleyen, ideolojidir.
Marks’ın bir alt yapı değişkeni olarak tanımladığı
ideolojiyi bir üstyapı unsuru olarak gören Gramsci; organik ve keyfi ideoloji
ayrımına giderek, insan yığınlarını örgütlediğini ve harekete geçirdiğini
düşündüğü organik ideolojinin tarihsel olarak bir zorunluluk olabileceğini
savunmaktadır.[3] Keyfi ideoloji ise daha
çok polemik üretmektedir. Ancak bu noktada Foucault, yönetilenler açısından
edilgen bir değerlendirmede bulunmaktadır. Buna göre nüfus yönetimin bir
nesnesi olarak tanımlanırken, yönetimden isteklerinin farkında olan ama
kendisine yapılanların farkında olmayan bir unsur olarak belirtilmektedir.[4] Kurulan
denklemin bu noktasında yönetilen kitlelerin, Gramsci’nin deyimiyle, organik
bir ideoloji ile örgütlenmesinde ya da harekete geçmesinde etkin olan güç,
iktidardır. Öyleyse olan bitenin farkında olmayan ve sadece kendi taleplerinin
farkında olan bir nüfus, bu taleplerin hangi bilinç düzeyinde oluştuğunu
algılama aşamasında iktidarın belirlediği ideolojik düzlemde bu taleplerini
gerçekleştirmeye çalışacaktır. Olan bitenin açıklaması işlevini üstlenen bilim
de aynı düzlemde ilerleyecektir. Bu noktada bilim ve ideoloji ilişkisini
açmamız gerekmektedir.
Her şeyden önce bilim ve ideoloji bir denklemin iki eşit tarafı değildir. Söylem bazında kuramsal yaklaşım; “var” ya da “olabilir” derken, ideolojik yaklaşım; “olmalıdır” der. Bilimsel kuram bir inanç ya da değer sistemine değil, olgulara dayanırken; ideoloji bir inanç, değer yargısı ve ahlak sistemine dayanmaktadır.[5] Bu farklılıklara rağmen ikisinin birbiri ile ilgisi bulunmadığını söylemek zordur. Şaylan, “ideoloji-kuram ilişkileri doğa bilimleri üzerinde bile belli bir ölçüde etkili olurken, toplumsal çatışmanın keskinleştiği, belli bir toplum düzeninin yerini bir başka düzene bırakmak üzere olduğu çağımızda toplum bilimi önermelerinin herhangi bir toplumsal içerik taşımaması olanaksızdır”[6] görüşüyle bir zorunluluğa işaret etmektedir. Her ideoloji bir kuramsal temel üzerinde var olur. Ancak bu noktadan sonra ideolojiyle kuram arasında karşılıklı bir etkileşim söz konusudur. İdeoloji kuramı kendi söylemlerini meşrulaştırmak için kullanır ve değişime zorlar. Kuramlar yetersiz kaldığı noktada ya ideoloji yeni bir kuramsal temel bulur ya da başarısız olur. Bütün bu süreçler, toplum bilimlerinde nesnellikten uzaklaştırıcı göreli bir körlük yaratır.
Bilme merakının sistematik bir biçim alması, bilimin emekleme evresi olarak adlandırılabilir. Aristoteles’in ünlü eseri “Metafizik”; “Bütün insanlar bilmek isterler” cümlesiyle başladıktan sonra, bilmenin derecelerini anımsama, deney, sanat ve bilim olarak üç aşamada betimlemektedir. Aristoteles, üçüncü aşamayı insana özgü olarak tanımlar. Bu aşamada bilim; “sonuçları ya da faydası açısından değil, kendi uğruna salt kendisi için istenen bilgidir ve sanatın üstünde yer alır.”[7] Buna göre bilgelik; “hiçbir yarar ve sonuç gözetmeksizin saf bilgiye ulaşma uğraşı içinde olmayı gerektirir.”[8] Bu derecede bir yansızlık, inançların toplum ve insan hayatındaki yerinden dolayı oldukça zordur. Toplumda yeniliğe karşı direnç ve insanların kendi durumunun değişmesine karşı korunma güdüsü de eklendiğinde, sorun sadece bilim adamının yöntem sorunu olmaktan çıkar.
Bilgi birikiminin sürekli arttığı bir ortamda bilimin
sadece bilgi birikiminden ibaret olmadığını ve bilimin biriken bilgiyle değil
devrimsel ve döngüsel paradigma kaymalarıyla ilerlediğini savunan Kuhn, politik
ve bilimsel devrimlerin paralel önkoşulları olduğunu, mevcut yapılarda kendini
koruma güdüsü bulunduğunu belirtmektedir. Gelişmelere ayak uyduramayan
kurumları korumanın yol açtığı krizlerle birlikte devrimsel gelişmeler ortaya
çıkar ve yeni yapılar eskilerin yerini alır. Bu toplumlar için geçerli olduğu
gibi bilim için de geçerlidir. Kopernik devriminin Newton; onun da Einstein
devrimiyle değiştiğini ifade etmektedir.[9]
Bilimdeki bu paradigma değişimleri, bilimin araştırma nesnelerini etkilediği
kadar, araştırma metotlarını da etkilemiş, değiştirmiş ve dönüştürmüştür.
Disiplinlerin alanları kolay ve kesin belirlenebilir sınırları aşmıştır. İşte
bu ortamda disiplinlerin kendi alanında çalışma arzusu ya da kendi alanını
önemseme duygusu, bilimsel araştırmalarda yansızlığı engelleyen direnç
noktalarından birini oluşturur. Bu aşamada “disiplin” tanımlanmaya muhtaç bir
kavram olarak karşımızda durmaktadır.
“Disiplin” kelimesinin kökeni Latince “discipulus” (öğrenci) ve “disciplina” (öğretim) kelimelerinden gelmektedir. İngilizce sözlük karşılığı eğitimden, otoriteye boyun eğmeye ve kendini kontrol etmeye kadar çok farklı anlamları bulunan kelime ile aynı kökten gelen “disciple” ise (dinsel anlamda) mürit kelimesinin karşılığı olarak kullanılmaktadır. Akademik anlamda ise, yüksek okul ve üniversite düzeyinde eğitim verilen ve araştırma yapılan bilgi dalı olarak tanımlanmaktadır.[10] Foucault’nun “insanları uysal bireyler haline getiren şiddetli politik güç” olarak tanımladığı disiplin, insanların nasıl davranması ve düşünmesi gerektiğini tanımlayan moral bir boyuta da sahiptir.[11] Akademik disiplin; belirli bir araştırma nesnesine sahip olmalı; bu araştırma nesnesiyle ilgili özel bilgi birikimi sağlamalı; özel bilginin derlenebilmesi için kuram ve kavramlara sahip olmalı; araştırma nesnesine uygun özel teknik dil ve terminolojiye sahip olmalı; araştırma gereksinimlerine göre yeni araştırma teknikleri geliştirmeli; üniversite veya yüksekokulda öğretilen konularda kurumsal görünürlüğü olmalı ve kendini yeniden üretebilecek saygın akademik birimlere ve bunlarla bağlantılı mesleki kuruluşlara sahip olmalıdır.[12]
Bir bilim insanı, yukarıda belirtilen hususların bilincinde olmalıdır. Gerçeği aramak ve gerçeği aradığını sanmak farklı şeylerdir. İnançlarımız gerçekliği değiştiremez ama gerçekliği algılama biçimimizi değiştirebilir. Bilim insanı açısından inançlarını bilimsel araştırmanın dışında tutabilmek zordur ama mümkündür. İnançlarımızın taraftarca savunulmaya başlandığı noktada ise bu asla mümkün olamaz. Taraftar olan artık mensubu olduğu düşünceye aidiyetini bir ibadet gibi yaşamaya başlar. Kendi düşünceleri ikinci plana itilir ve öznellik yitirilir. Bu durum bir futbol maçını eğlenceli kılabilir ama bilim açısından yanlışları doğru sanıp onlardan yeni yanlışlar üretmek gibi büyük bir tehlikenin söz konusu olduğunu söyleyebiliriz. Gramsci’nin organik aydın, geleneksel aydın ayrımına değerli bir katkıda bulunan Reyhan, hükümetin söylemlerini meşrulaştırma çabası içinde yeni bir aydın tipolojisi ortaya koyar ve bunu “hizmetli aydın” olarak adlandırır.[13] Buna “taraftar aydın”ı da ekleyebiliriz. Bütün inançların (dinsel, politik, sosyal vs.) aidiyet duygusuyla “taraftarca” yaşanması, bilimin sahip olması gereken bağımsız düşüncenin önünde bir duvar gibi yükselmektedir. Her konan tuğla ise gerçeklere ulaşmayı bir o kadar imkânsız kılmaktadır.
[1] Michel Foucault, Kelimeler
ve Şeyler, (Çev.M.Ali Kılçbay, 3. Baskı), İmge Kitabevi, Ankara, 2006, s.
340.
[2] Metin Kazancı, Althusser,
“İdeoloji ve İdeolojiyle İlgili Son Söz”, http://ilef.ankara.edu.tr/,
05.12.2012.
[3]
Antonio Grmasci, Hapishane Defterleri, (Çev. Adnan Cemgil, 5. Baskı),
Belge Yayınları, İstanbul, 2007, s. 81, 82.
[4] Michel Foucault, Entellektüelin
Siyasi İşlevi, (Çev.Işık Ergüden vd., 2. Baskı), Ayrıntı Kitabevi, Ankara,
2005, s. 282.
[5] http://www.yildiz.edu.tr/~okten/images/Dy_3.2%20Kuram%20ve%20arastirma_14.10.09.pdf,
06.12.2012.
[6]
Gencay Şaylan, “Yönetim Biliminin Evrenselliği”, Amme İdaresi Dergisi,(C.11,
S.2, 1978), TODAİE, Ankara, s.3-15.
[7] M.Ali
Ağaoğulları (Ed.), Batıda Siyasal Düşünceler, İletişim Yayınları,
İstanbul, 2011, s. 130-131.
[8] A.k.
[9]
T.S.Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions, Second Edition, Un.
of Chikago Press, London, 1970, s. 92-93.
[10] http://dictionary.babylon.com/academic_discipline/,
06.12.2012.
[11] Armin Krishan, “What Are
Academic Disciplines?”, Working Paper, University of Southhampton, 2009.
[12] A.k.
[13]Hakan
Reyhan, “Kürt Açılımı Sürecinde Yeni Bir Sosyolojik Açılım”, 16 Mayıs Der.,
S. 14, Ankara, 2009, s. 25-28.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder