TÜRKİYE'DE
DEMOKRASİ VE SİYASET ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME
Sevgili
dostlar, burada daha önce çeşitli vesilelerle demokrasiden bahsettiğimi
hatırlarsınız. Günümüzde demokrasinin "halkın kendini yönetmesi"
anlamından "nasıl" sorusunun cevabının arandığı kavramlar setine
dönüştüğü bilinen bir gerçektir. Nasıl sorusunun cevabı aynı zamanda
demokrasinin tarihsel süreçte algılanma biçimini de değiştirmiş ve
geliştirmiştir. Teknolojinin sağladığı imkanlarla birlikte insan hak ve
özgürlüklerinin genişlemesi, demokrasiye bütün toplum kesimlerinin siyasete
aktif katılımını sağlayan ve gerektiren bir yönetim biçimi olma kimliği
kazandırdığını söyleyebiliriz. Bunun yanında demokrasi üzerine yapılan
tartışmaların ya sadece demokrasi ya da sadece siyaset perspektifinden
yapıldığında genellikle eksik kaldığını da belirtmek gerekir. Nasıl sorusu bu
nedenle önemlidir. Katılımın nasıl olacağı sorunsalı aynı zamanda neye
olacağını da belirler. Yönetişim kavramıyla birlikte, halkın yönetime katılım
mekanizmalarından bahsedilirken, adeta siyasetin kendisine korunaklı bir
çerçeve çizdiğini görürüz. Sanki siyaset yapmak belirli ayrıcalıklı bir kesimin
işiymiş gibi, "bunun üzerinden siyaset yapmayın", "şunun
üzerinden siyaset yapmayın" gibi cahilce ya da bilinçli bir kötülük duygusuyla
halk siyasetin dışında tutulmak istenir. Oysa iyi işleyen bir demokrasi için
halkın apolitik değil, politik olması gerekmektedir. İşte bugün demokrasiden
bahsederken, siyasetle olan bağını da ele alarak, Türkiye'de yakın dönemde
yaşananlara farklı bir bakış açısı getirmeye çalışacağım.
Demokrasinin
ilk örneği olarak kabul edilen "Atina Demokrasisi" kurgulanırken,
halkın (oy kullanma hakkına sahip olan kısıtlı kesimin) politik olarak
sosyalleşmesinin önemi, kent planlamasına da yansımıştır. Agora denilen alan,
sitenin ticaretinin döndüğü, insanların bir araya geldiği, bir şekilde iletişim
sağlayarak paylaşımda bulunduğu alanlar olmuştur. Bu yapı politik sosyalleşmeyi
sağlamıştır. Roma'da nüfus yoğunluğu ve büyüklük dikkate alındığında, benzer
yapının "forum" olarak isimlendirildiğini görüyoruz. Ticaret,
toplumun ilişkilerini şekillendiren bir altyapı kurumu olarak ortaya
çıkmaktadır. Dolayısıyla tarih boyunca halkın kendi çıkarları doğrultusunda
siyasete yön verme isteğinin de başlıca sebebi olagelmiştir. Bütün bu süreçte,
toplumsal olan kaçınılmaz olarak siyasi olmuştur. Hatta bazı düşünürler siyasi
bağın ailede kurulduğunu iddia etmektedir. Orta çağda burjuvazinin krallık
karşısındaki göreli özerk konumunu sağlayan da aynı alt yapısal etkendir. Bu
etken aynı zamanda sivil toplum düşüncesinin devlet aygıtından bağımsız bir
yapı olarak gelişmesinin de başlıca sebebidir. Ancak şunu vurgulamak gerekir
ki; günümüzün çağdaş toplumlarını kökenindeki alt yapısal etkenden dolayı (Hegel'in
tanımladığı gibi) burjuva toplumu olarak adlandırmak yanlış olacaktır. Diğer
bir ifadeyle, toplumda ticaretin ağırlığı ne kadar olursa olsun, ekonomik alan
dışında bir üst yapısal alanın da tarihsel süreçte gelişmiş olduğunu kabul
etmemiz gerekir. Aynı alt yapısal alan gibi üst yapısal alanın da siyaset ile
yakın bir bağı olduğunu belirtmekte fayda bulunmaktadır.
Buradan
sonra konuyu daha somutlaştırmak ve değerlendirmelerde bulunmak adına Türkiye
örneğine geçebiliriz. Türkiye güç mesafesi yüksek olan bir toplumdur. Güç
mesafesi, yönetenle yönetilen arasındaki otorite ilişkisiyle kurulan bağın
yapısını tanımlayan bir kavramdır. Bu tip toplumlarda statü, yönetsel dizgede
çok belirleyici bir rol oynar. Ama Türkiye'de genellikle bunun da ötesine
geçilmektedir. Statünün gerektirdiği hiyerarşiye ilave olarak, toplumsal algı
ile yaratılan ve adeta görünmez bir güç, statü sahibine bahşedilmektedir (!).
Bunun en somut örneğini akademik alanda görmek mümkündür. Bir kişinin bilimsel
çalışmaları ile almış olduğu unvanlar, adeta onu yarı tanrı (bazen tam tanrı)
konumuna yükseltmektedir. Aslında akademik unvanın tek karşılığı, bir kişinin
belirli bir alanda yaptığı çalışmaların, o kişiyi söz konusu alanda akademik
bilgiye ve yeterliliğe sahip bir kişi yapmasıdır. Daha fazla algılanan her şey
toplumsal statü algısından başka bir şey değildir ve içi boştur. Zaten bunu
bilen akademisyenler hiç bir zaman o statünün ardına sığınma gereği duymaz.
Entelektüel bir duruşu ve tutumu vardır. Asla egolarına yenik düşmezler. Ancak
bilmeyenler, hangi sistemin içerisinde, hangi kurallarla ve hangi amaçla o unvanı
aldığını unutur ve o unvan olmadan yaşayamaz hale gelir. Kendi kişiliğine
güveni olmadığından kendisini o unvanla tanıtır. Unvan kendisine yönetsel bir
görev yüklemese bile, kendisini öğrencilerden, asistanlardan ve daha alt
derecedeki unvanlılardan daha üstün görür. Bilgisinin tartışılmasına tahammül
edemez, çünkü kendi varlığı bilgisine değil, unvanına bağlıdır ve unvanının
zarar görmesinden korkar. Akademi konusunu daha sonra ayrı bir yazıda ele almak
üzere burada bırakalım.
Güç
mesafesi yüksek toplumlarda çoğunlukla yönetilenlerin haklarının yönetenler
tarafından dikkate alınmasında sorunlar yaşanır. Demokratik değerler açısından
sorunun başladığı nokta da burasıdır. Kurumsallaşma sürecini tamamlamış
toplumlarda statü sadece toplumsal işbölümünün bir parçası olarak
algılanmalıdır. Eğer statü, sahibine yaptığı işten fazlasını veriyorsa bu defa
kişi, kendisinin temel hak ve özgürlüklerden başlayarak, her konuda diğer
insanlardan daha fazla hak ve özgürlüğe sahip olduğunu düşünmeye başlar. Bu da
demokratik değerlerin aşınmasının başlangıcıdır. Örneğin bindiği makam aracının
hakkı olduğunu düşünür. Lüks bir lojmanda oturmak da hakkıdır. Bu hakların
kendisine sağlanması için kaç insanın hangi haklardan mahrum kalacağı onun
sorunu değildir. Bir sonraki aşamada eleştirilere tahammülsüzlük başlar. Kendi
konumunu muhafaza etmek için, birçok insanın hak ve özgürlüklerinin
kısıtlanmasını savunabilir. Bir anda mevcut siyasal düzenin en sert savunucusu
haline de gelebilir. Güç mesafesinin yüksekliği sadece şu durumlarda demokrasi ve
demokratik değerler için bir tehdit oluşturmaz; 1. Toplumun eğitim seviyesi
yüksek olduğunda, 2. Toplumun gelir seviyesi yüksek olduğunda, 3. Kurumlara (siyasete,
hukuka, bürokrasiye) olan güven yüksek olduğunda.
Türkiye'de
üç maddede de saydığımız konularda sorunlar vardır. Bu nedenle de statüler,
unvanlar, demokrasinin aşındırılmasına ve toplumsal gerçekliğin çarpıtılmasına
sebep olmaktadır. Bunların çözülebilmesinin yolu, toplumun
apolitikleştirilmesinden değil, siyasal sorunlara ilgi duymasından, siyasal
sorunları konuşmasından, konuşmanın ötesine geçerek örgütlenmesinden ve bu
örgütlü yapı içerisinde siyasi mücadele vermesinden geçer. Diğer bir ifadeyle politik
sosyalleşmenin sağlanması gerekmektedir. Siyasi mücadele ifadesi, illa bir
siyasi partinin lehine fikir savunmak değildir. Örgütlü toplumun siyaset
üzerinde baskı unsuru oluşturan her eylemi siyasi bir mücadele biçimidir.
Örgütlü sivil toplumun siyaset üzerinde baskı oluşturması, olumsuzluk olarak
algılanmamalıdır. Tam tersine, sağlıklı işleyen bir demokraside siyasetçilerin
halk tarafından denetimine imkan sağlayan bir olgu olarak görülmelidir.
Ancak
Türkiye'de kısa zamanda demokratik değerler konusunda bir iyileşme beklenmesi
aşırı iyimserlik olacaktır. Bunun temel nedeni demokrasi ile asla bağdaşmayacak
bir siyasal sistemin, güç mesafesi yüksek ve içsel sorunlarını çözememiş bir
toplumu demokratik değerlerden uzaklaştırmaya devam ediyor olmasıdır. Muhalefet
bunu görmüş ve "güçlendirilmiş parlamenter sistem"e geçiş için ortak
strateji oluşturma çabalarına girmiştir. Bu önemlidir. Ancak muhalefetin
öngördüğü sistemin, 1982 Anayasası ile oluşturulmuş yapıdan çok farklı olmadığı
söylenebilir. Dünyada iyi işleyen parlamenter sistemler incelendiğinde, iki
meclisli yapılar olduğu görülür. Bu nedenle, yasamanın yürütme üzerinde
denetiminin sağlanması adına, 100 adet senatörden oluşan ve siyasi partilerin
ülke genelinde aldıkları oy oranına göre, hiç bir baraj olmadan belirlenecek
bir senatonun da sisteme eklenmesinde büyük yarar olduğunu düşünüyorum. Aksi
halde yasamanın, yürütme boyunduruğuna girmesini engelleyecek somut bir
önerinin varlığından söz etmek güç görünmektedir. Yaşanan tecrübeler, sadece
bakanların parlamentoya karşı sorumlu olmalarıyla bir parlamentonun güçlü
olamayacağını göstermiştir. Kaybedilen uzun yıllar dikkate alındığında, bu
ülkenin aynı acı tecrübeleri tekrar deneme yanılma ile öğrenmeye zamanının
yetmeyeceğini söyleyebilirim. Unutulmamalıdır ki, halk devletin asli unsurudur.
Bu nedenle siyaset, belirli kişilerin
sadece kendilerine bahşedilmiş (!) alanlarda gösterdikleri çabalardan ibaret
kalmamalıdır...
Sevgilerimle...
Dr. Özkan LEBLEBİCİ
Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi
ozkanleblebici@gmail.com
Beyninize ve ellerinize sağlık hocam.Bir önceki yazınızda da olduğu gibi yine temel sorunlarımızdan birini gerçekçi ve çözüm arayan bir yaklaşımla değerlendirmeye almışsınız.
YanıtlaSilBu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSilMakalenizi baştan sona dikkatle okudum. Aklımın yettiğince analizlerinizi başka pragmadia'dan ele alayım istedim. Tam demokratik toplum sizce nedir? Bence ekonomik bağımsızlığını kurmuş, sağlamış ve içte dışta kendi kendine yetebilen ve gerektiğinde gerektiği kadar denetlenebilen bir demokrasidir diyebilir kısaca. Güç mesafesi, yönetenle yönetilen arasındaki otorite ilişkisiyle kurulan bağın yapısını tanımlayan bir kavramdır diye tanımlamışsınız yazınızda. Peki mesafeyi erk'i seçen halk mı yoksa erk'i elinde tutan yönetim mi belirliyor tam demokraside? Bu sorunun cevabı öyle tahmin ediyorum ki demokrasi kavramının icat edildiği noktadan beri verilememiştir. Peki bu bağlamda bir ülkede tam bağımsızlığın kilit taşı nedir diye kafa yorarsak? Herhalde medya ve halkın eğitim düzeyi dersek yanlış olmaz. Eğitimli halk layığını elbette daha rahat seçer. Lakin cahil bir halk söz konusu ise medya tarafından da kolayca yönetilebilir. Özellikle tüm dünyada tekelleşmeye doğru yontulmuş bir medya demokrasi ve hukuk için çok büyük bir tehdit olmaya devam edecektir. Başka bir bakış açısı ile ; Medyanın en önemli toplumsal işlevlerinden biri siyasal iktidar ile halk kitleleri arasında karşılıklı haber ve bilgi akışını sağlayan bir köprü görevi üstlenerek demokratik toplumsal gelişime hizmet etmesidir. Medyanın kendisinden beklenen bu önemli ne ölçüde tarafsız ve objektif bir şekilde yerine getirebildiği tartışma konusudur. Günümüzde medya sektörü, yatırım ve üretim maliyetlerinin yüksekliği nedeniyle sadece büyük sermayenin yatırım yapabildiği ve faaliyet gösterebildiği bir alandır. Medya alanında dünya genelinde 20. yüzyıl boyunca görülen tekelleşme eğilimi, 1970’li yıllardan başlayarak yaşanan özelleştirme ve deregülasyon politikalarıyla ivme kazanmıştır. Bilim adamları medya sektöründe yaşanan gelişmeleri birleşme,yoğunlaşma, çeşitlendirme, uluslararasılaşma, dijitalleşme, kuralların kaldırılması ve küreselleşme kavramları ile açıklamaya çalışmışlardır. Medya sektöründe görülen sermaye yoğunlaşması beraberinde medya şirketlerindeki mülkiyet ve kontrol ilişkilerini de tartışma gündemine getirmektedir. Dev medya şirketlerinin yönetiminde hissedarların mı yoksa yönetici elit kadroların mı daha etkili olduğu, medyaya dışarıdan gelen etkilere karşı nasıl tepki verildiği, hangi tür kararları kimlerin verdiği inceleme konusudur. Geleyim sonuca; mevcut seçme ve seçilme kriterleri ve denetlenebilirliğini geliştirmiş, eğitimli, omurgalı bir halk ve medya ile tam demokratik ve güçlü bir ülkeye adım atmak ümidiyle....
YanıtlaSil