PANDEMİ VE
KÜRESEL BİR DEĞERLENDİRME
Sevgili
dostlar, Çinlilerin bir bedduası varmış. Kızdıkları insanlar için "Tuhaf
zamanlarda yaşayasın" derlermiş. Bize kim kızdı bilmiyorum ama bundan daha
tuhaf zamanlarda yaşamanın kaderimiz olmamasını umuyorum. Dünyada Dünya Sağlık
Örgütü tarafından ilan edilmiş bir pandemi yaşanıyor. Üç ay gibi kısa bir
sürede, önce ulusal düzeyde başlayan sonrasında uluslararası düzeyde tedbirler
alınmasını gerekli kılan bir salgın hastalık, dünyanın bütün sistemini baştan
aşağıya sarsmaya başladı. Daha önceki yazılarımda belirttiğim gibi, dünya bu
salgından sonra asla "eski dünya" olmayacak. Çünkü ulusal ve küresel
sistemin üzerine kurulduğu bütün arz-talep, üretim ve tüketim kalıpları mevcut
paradigmanın kaldıramayacağı bir noktaya sürüklenmektedir. Aslında bunun ayak
sesleri çok önceden duyulmaya başlanmıştı. Belki de bu pandemi, yaşanan sürecin
beklenmeyen ölçüde hızlanmasını sağladı. Biraz geriye gidelim.
Fransa'da
bir yıldan fazla süredir devam eden "Sarı Yelekliler" eylemlerini
hatırlayın. Göstericilerin eylemleri, temel bireysel hakların ve sosyal
güvenliğin gerektiği gibi sağlanması taleplerini dile getirerek başlamıştı.
Herkes eylemlerin birkaç ay içinde sönümleneceğini bekliyordu ama beklenmeyen
oldu. Hükumet küçük tavizler vermesine rağmen gösterileri tamamen
engelleyemedi. Burada temel etken, sebebin yeterince algılanamamış olmasıydı.
Küresel sistemin ürettiği eşitsiz ilişkilerin ve yarattığı adaletsizliğin önce
çevre ülkelerde ortaya çıkması bekleniyordu. Ama Fransa bir merkez ülke olarak böyle
bir eylem düzeyi için oldukça uç bir noktaydı. Aslında çevre ülkelerde tepkiler
yok değildi ama küresel hegemonya, bu çığılıkları farklı ve yetersiz düzeyde
ele alıyordu. Neo-liberal dönem olarak adlandırılan 1980 sonrası süreçte,
kapitalizm (dolayısıyla küresel sermaye) kendisini hiç olmadığı kadar güçlü
hissediyordu. Bu gücünü de küresel bir hegemonyanın devamı açısından oldukça
etkili biçimde kullanıyordu. Bu sayede Fransa'da ortaya çıkan ve beklenenden uzun
süren olaylar, kısmen başka ülkelere yayılsa da yoğun olarak bu ülke gündeminde
kaldı. Temel sorun, gelir adaletsizliğiydi ve bu yalnızca Fransa'nın sorunu da
değildi. Gerçeğin algılanması için ise, bugün yaşadıklarımızın yaşanması
gerekiyordu.
Gelir
adaletsizliği konusunda küresel sermayenin, bu olguyu kapitalizmin devamı için
gerçek bir risk unsuru olarak gördüğü, özellikle Birleşmiş Milletler tarafından
tanımlanan "Bin Yıl Hedefleri" olarak tanımlanan hedeflerden de
algılanabilmektedir. 2000'li yıllarda birçok uluslararası kuruluş tarafından,
sürdürülebilirlik (!) açısından farklı boyutlarda risk olarak tanımlanan gelir
adaletsizliği, yaşadığımız küresel pandemi ile, üst düzey örgütlerin
toplantılarında ve raporlarında dile getirilen bir sorun olmanın çok ötesine
geçmiştir. Düşük gelir gurubundaki kitlelerin sağlıksız ve yetersiz beslenme
koşullarının, sadece onların sorunu olmaktan çıktığı bir dönemi yaşamaya
başladık. Aslında her afet sonrasında bu afetten etkilenen kesim yoğun olarak
düşük gelir gurubundaki insanlar olurken, bu defa farklı bir şey oldu. İnsanlar
aralarındaki sınırları belirleyen çizgilerin, ülke sınırlarının, şehirlerin,
semtlerin, caddelerin, binaların, duvarların, tel örgülerin ya da paranın
belirlediği çizgiler olmadığını görmeye başladılar. Gerçek çizgi yaşamla ölüm
arasında evrensel bir çizgiydi. Bu gerçek aynı zamanda şunu ortaya koyuyordu.
Herkes güvende değilse, kimse güvende değildi. Eşitsiz mübadele ilişkileri
üzerine kurulu bir sistem olarak kapitalizmin zayıf noktası, küçücük canlıların
neler yapabileceğini kestirememiş olmasıydı.
Pandemi
ilanı ile birlikte gerçekleşen olaylar dizisini bu açıdan ele alabiliriz.
Borsalar çöktü,petrol fiyatları tarihisel düşük seviyelere gelirken, yükselmesi
beklenen altın da düştü. İnsanlar artık sistemi ayakta tutan kolonlara
güvenmiyor ve likit kalmayı tercih ediyordu. Her zaman türev ürünlerle
insanlara bir kaçış yolu öneren sistem, artık çıkış yolunun kalmadığını kendisi
de görüyordu. Ülkeler ardı ardına parasal genişleme önlemleri açıklamaya
başladılar. Aslında yaşananlar, 1929 krizine oldukça benziyordu. Pandemi
nedeniyle bir talep şoku yaşanmış ve sistem durma noktasına gelmişti. Keynes'in
ruhu küresel ekonominin üzerinde geziyordu. Ama öncekinden farkı, bu defa
insanların yaşamla ölüm arasında kalması nedeniyle talepte uzun dönemli bir
daralma beklentisiydi. İşte bütün sistemi allak bullak eden de buydu. Alınan
önlemlerde düşük gelir gurubunun ağzına bir parmak bal çalma çabasını, sistemi
ayakta tutabilme hayalinin talihsiz bir yansıması olarak görmek mümkündür.
Bundan
sonra olabilecekler tahmin etmek konusunda sistemden beslenen kitlenin umut
pompalama gayretlerini yaşanan krizin kısa dönemli etkileri açısından ele alırsak,
saygı duymamak mümkün değildir. Ancak uzun dönemde artık farklı bir dünyaya
doğru evrildiğimizi kabul etmeliyiz. Marx tarafından tanımlanan beşli şemada
kapitalizmin bir sonraki aşaması sosyalizm olarak bekleniyordu. Gerçekten bu
olur mu bilemiyorum. Bunu -izm'lerden bağımsız olarak görmek gerekirse, dünya
kapitalizmin yarattığı olumsuzlukları gördüğü için değişmek zorundadır. Bunun
ilk işaretleri, pandemi ilanından sonra merkez ülkelerde meydana gelen devletleştirme girişimleridir. Bireyler
açısından bakacak olursak, tarihsel düzeyde devleti ortaya çıkaran koşullar,
artık ona farklı işlevler yüklemektedir. Ve devlet dediğimiz politik
örgütlenme, artık vatandaşına kulak vermek zorundadır.
Bundan
sonra artık talep kalıplarının değişmesini öngörmek zor değil. Asıl önemli
olan, insanın insan olduğunu hatırlamasıdır. Duygularını bile bir meta olarak
tüketen insanlardan, artık duygularının farkında olan bir topluma evrilmemiz
sürpriz olmamalıdır. Bir alıntıyla sözlerime son vermek istiyorum. Önemli olan
ne kadar çok şeye sahip olduğumuz değil, ne kadar az şeye ihtiyacımız
olduğudur. Buna bir ilave olarak şunu da söylemek mümkündür; Dünyayı güzellik
kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey (alıntı)...
Sevgilerimle...
Özkan LEBLEBİCİ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder