AKTİF VATANDAŞLIK ÜZERİNE DÜŞÜNCELER - 2
Sevgili
dostlar önceki yazımda "Aktif Vatandaşlık" kavramından önce
açıklanması gereken diğer kavramlar üzerinde ağırlıklı olarak durduğumdan, bu
yazımda günümüz pratiğinden de yola çıkarak aktif vatandaşlık ve katılımcı
demokrasi üzerine düşüncelerimi paylaşacağım. Artık gelişmiş demokrasilerde
demokrasi kavramının tarihsel kavramlar seti ile şekillendiğini daha önceki
yazılarımda açıklamaya çalışmıştım. Buna göre günümüzde demokrasinin olmazsa
olmaz prensipleri; kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı, insan hakları, hukuk
devleti, alternatif enformasyon, adil seçme ve seçilme hakkı kavramlarından
oluşmaktadır. Bu kavramların her biri hakkında uzun açıklayıcı metinler
yazılabilir. Ancak bütün bunların odak noktasında bireyin hak ve özgürlükleri
olduğunu kabul etmek gerekir. İşte aktif vatandaşlık kavramı tam da bu kabul
üzerinden meşruiyetini sağlamaktadır.
İlhan
Tekeli, temsili ve çoğulcu demokrasinin siyaset pratiğinin Türkiye gibi
ülkelerde "himayecilik ya da kayırmacılık" gibi uygulamalar
geliştirdiğini söyler.[1]
Bu durum bir anlamda kültüreldir. Kurumsallaşma ve işbölümü gibi öğeler bu
davranış pratiğini ne kadar kontrol altına alsa da, siyasetin büyülü dünyasında
her şey mümkün olabilmektedir (!). Çünkü yöneticilerin etik değerlerinin
bulunmadığı hallerde mutlaka bir zayıf nokta ortaya çıkmaktadır. Yapılanların
sorgulanmaması ise yönetim pratiğinin siyaset tarafından kötüye kullanılması
ile açıklanabilir. Bunun yönetim biliminde karşılığı, patrimonyal (kullanım
biçimi baba hakkınca belirlenen ve aile reisinde babadan geldiği gibi kişileşen
bir malvarlıkçı otorite)[2]
yönetim anlayışının toplum genelinde kabul görmesidir. Ancak bu anlayışın
kültürel anlamda değişme gösterdiğini söylemek yanlış olmaz. Bugün eğer
"Z" kuşağının otoriteye karşı daha sorgulayıcı tavır almasından
bahsediyorsak, bu gelişme bir kaç yıl içinde oluşmuş bir değişim değildir.
Devlet
dediğimiz politik yapı, kâr amaçlı bir işletme gibi değerlendirilemez. Böyle
bir değerlendirme, devletin tarihsel süreçteki kuramsal gelişimini yok saymak
anlamına gelir ve arsız cehaletle tanımlanabilir. Devlet kamu hizmeti üretmek
için vatandaşından vergi toplar ve temeli kamu yararına dayanmak zorunda olan
kamu hizmetinin sunumu için yıllık bütçesini hazırlar. Devletin, temeli kamu
yararına dayanmayan kanun yapması, temelinde kamu yararı olmayan bir kamu
hizmeti sunması ancak devlet gücünün siyasal iktidar tarafından kötüye kullanılması
ile açıklanabilir. Örneğin bir müteahhidin 450 milyon TL vergi borcunun
sıfırlanmasında kamu yararının nerede olduğu açıklanmalıdır. Ya da bedeli genel
bütçeden (yani vatandaşın ödediği vergiden) ödenen garanti ödemeli köprü,
otoyol ve şehir hastanelerine yapılan ödemelerde nasıl bir kamu yararı
görüldüğü insanlara anlatılmalıdır. Halk ödediği verginin nereye harcandığını
araştırabilmeli, öğrenebilmeli, inceleyebilmeli ve hukuk yoluyla bunun hesabını
sorabilmelidir. İşte bunun
gerçekleşebilmesi için ise vatandaş, edilgen konumdan çıkarak aktif vatandaş
olmalıdır. Çünkü hesabı sorulmayan kamu kaynakları, vatandaşın cebinden çıkacak
ilave vergiler ve gittikçe daha sorumsuz hareket etme gücünü kendinde gören
siyasal iktidarlar yaratır.
Aktif
vatandaş, sadece kendi çıkarlarını korumak için bile hareket ediyor olabilir.
Bu durum bireyin hak ve özgürlükleri kapsamında ele alınmalı ve
desteklenmelidir. Asıl tehlikeli olan, vatandaşın kendi çıkarlarına karşı bile
duyarsız olmasıdır. Markette yaptığı 100 TL'lik alışverişte yaklaşık 15-20 TL
vergi ödediğinin farkında olmayan bir vatandaşın kendisine verilen 2 TL'lik makarna
paketine sevinmesi, ödediği verginin fazlalığının kendisine verilen makarna
paketinden kaynaklandığını anlamasını da zorlaştırır. İşte aktif vatandaş olmak
ve bireysel hak ve çıkarlar için mücadele etmek bu nedenle çok önemlidir. Ancak
aktif vatandaşlık kavramı bireysel hak ve çıkarların savunulmasını da içeren
daha büyük bir kavramı ifade etmektedir.
Bireysel
hak ve çıkarlar toplumun genel çıkarlarıyla çatışmadığı sürece savunulmalıdır.
Toplumsal çıkarların savunulmasının temelinde de bireysel hak ve çıkarların yattığı
unutulmamalıdır. Bu nedenle aktif vatandaşlık aynı zamanda örgütlü mücadeleyi
de gerektirir. Sendikalar, dernekler ve vakıflar gibi örgütlü yapılar, toplumun
genel çıkarlarına aykırı davranamazlar. Siyaset bilimi yazınında siyasal
iktidarın desteğinde kurulmuş sivil toplum örgütleri konusunda birçok tartışma
bulunmaktadır. Siyasal iktidar açısından, kuruluş amacının dışında politik
topluma daha yakın sivil toplum örgütleri, şu amaçları gerçekleştirirler; 1.
Yönetsel meşruiyetin sivil toplum temelinde sağlanması, 2. Belirli kitlelerin/meslek
gruplarının siyasal iktidara karşı örgütlü taleplerinin önüne geçilmesi, 3.
Siyasal iktidara karşı oluşabilecek toplumsal tepkilerin önüne geçilmesi. Şimdi
bunu bir örnek üzerinden açmaya çalışalım.
Sağlık
çalışanları, pandemi sürecinde maddi haklarını alamamanın yanında manevi olarak
da büyük sorunlar yaşamaktadırlar. Bu sorunlara aile fertlerinin yaşadığı
ayrımcılık da eklendiğinde yaşanan mağduriyet katlanarak artmaktadır. Bu durum,
madden ve manen yıpranmışlığı beraberinde getirmektedir. Dünyada birçok ülke bu
süreçte sağlık çalışanlarını ek maddi imkanlarla desteklemeyi seçmiştir. Sağlık
çalışanlarını diğer kamu çalışanlarından ayıran özelliklerden biri, 24 saat
esasına göre görev yapmasıdır. Elbette bu kapsamda görev yapan başka meslek
grupları da vardır ve onların yıpranmaları da görmezden gelinmemelidir. Ancak
pandemi süreci doğası itibariyle en çok sağlık çalışanlarını etkilemiştir. Bunun
yanında ücret politikası olarak da çok farklı uzmanlık alanları nedeniyle çok
parçalı bir ücret yapısı oluşmuştur. Kamu personel rejimi açısından da parçalı
bir yapıdan söz etmek mümkündür. Kamu personeli içerisinde uzmanlık alanı
olarak ikamesi kolay olmayan bu meslek grubunun söz konusu özelliklerinden
dolayı kontrol altında tutulması, siyasal iktidarın tercihlerinden biri
olmuştur. Zira bir kamu hizmeti olarak sağlık hizmetinin sunumunun vatandaşta
çok net bir karşılığı vardır. Dünyada da sağlık hizmeti, siyasal iktidarların
üzerinde en çok düşünmeye mecbur olduğu bir alandır. Ama burada çalışanlar
üzerinde kurulacak baskı ya da sistemin iyileştirilmesi farklı politika
tercihleridir. Bu maksatla siyasal iktidara yakın sendikal örgütlenme bir araç
olarak kullanılmış görünmektedir. Sahadan edinilen bilgilere göre, sendika
aracılığı ile vasıfsız kişilerin yönetici kadrolara atandığı, sendikadan istifa
edenlere ya da kişisel hak ve taleplerde bulunanlara bahse konu yöneticiler
tarafından mobbing uygulandığı, hatta bu kişilerin tehdide maruz kaldığı iddia
edilmektedir. Aslında gelinen durumun tespiti, yukarıda açıklamaya çalıştığım
örgütlü yapının aktif vatandaşlığın örgütlü mücadelesini engellemeye yönelik
olarak kullanılması için örnek olarak gösterilebilir. Sivil toplum örgütleri
doğası gereği serbest giriş, serbest çıkış ilkesiyle hareket etmek zorundadır. Ancak
yapıyı korumak isteyenler bunu türlü şekillerle çalışan üzerinde baskıya dönüştürme
gücünü elde etmiş görünmektedir. Politik toplumun desteği olmaksızın bir sivil
toplum örgütünün bu derecede sivil prensiplere aykırı davranabilmesi İMKÂNSIZDIR.
Aktif vatandaşlık, her anlamda politik toplum
karşısında hak ve özgürlüklerin savunulmasını gerektirir. Bu haklar ödenen
verginin nereye harcandığının sorgulanmasından, hayatını emeğiyle kazanan bütün
çalışanların mesleki ve özel alandaki haklarına kadar çok geniş bir yelpazede
ele alınabilir. Bireysel mücadeleyi tamamen bırakmadan örgütlü yapı içerisinde
aktif vatandaşlığın sürdürülmesi, en etkili hareket tarzı olarak ortaya
çıkmaktadır. Hatta gerektiğinde birden çok sivil toplum örgütü içerisinde hak
mücadelesi verilebilmelidir. Aktif vatandaş, siyasal sitemden taleplerde
bulunma hakkının bilincindedir. Hiç kimse doğrudan, vatandaşın hak ve özgürlüklerinin
sağlayıcısı değildir. Zira bu hak ve özgürlükler vatandaşa sunulan bir lütuf
değildir. Kendi bireysel çıkarlarını korumak için bu çıkarları toplumsal
çıkarların gereği olarak gösterme çabası, lümpen bir toplum yaratır.
Sorgulayamayan her toplum baskı altında ve kendine verilen kadar hak ve
özgürlükle yetinerek yaşamaya mahkumdur. Bu olumsuz durumun oluşmaması için,
yöneticilerin de aktif vatandaşlığı desteklemesi, hem ülkenin hem toplumun
yararınadır. Son söz; saklayacak bir sırrı olmayan yönetici, bireysel hak ve
özgürlüklerden, dolayısıyla aktif vatandaşlık kavramından çekinmemelidir.
Sevgilerimle...
Dr. Özkan LEBLEBİCİ
Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder