9 Mayıs 2021 Pazar

 AKTİF VATANDAŞLIK ÜZERİNE DÜŞÜNCELER - 3

         Sevgili dostlar daha önceki yazılarımda toplum siyaset ilişkileri bağlamında aktif vatandaşlık tanımı üzerine düşüncelerimi paylaşmıştım. Bugün bireyi de konu alarak aktif vatandaşlığın önemli bir boyutu hakkında düşüncelerimi sizlere aktarmaya çalışacağım ve bu konuyu en azından şimdilik kapatacağım. Bundan sonra yazacağım yazılarımda ağırlıklı olarak güncel kamu politikası sorunlarını ele almaya çalışacağım ve bu konularda bilinçlenmeye katkı sağlayacağına inandığım değerlendirmelerde bulunacağım. Elbette bireyden bahsederken onu toplumdan bağımsız bir varlık olarak tanımlayan her tanım eksik olacaktır. Burada iki görüş diyalektik bir ilişki içerisindedir. Kolektivist ve bireyci görüşler, bireyin konumunu topluma ya da bireye göre ele almaktadırlar. Bireye yüklenen anlam ele alındığı çerçevede değişmektedir.

         Bireyin toplumla ilişkilerinin belirlenmesindeki en önemli etken ahlâktır. Türk Dil Kurumu sözlüğünde ahlâk, "Bir toplum içinde kişilerin uymak zorunda oldukları davranış biçimleri ve kuralları, aktöre, sağtöre" olarak tanımlanmaktadır. Yani ahlâk doğası gereği toplumsaldır. Ahlâkı oluşturan yapı taşlarının değerler olduğunu söylersek yanlış olmaz.  Ancak burada bir parantez açarak değerler ile değer yargılarının farklı kavramlar olduğunu vurgulamamız gerekir. Değer yargılarının değerlerin yerine konması, toplumda hastalıklı bir duruma işaret eder. Edgerton "Hasta Toplumlar" adlı kitabında bazı toplumlarda gelenek halini almış (daha çok değer yargılarına dayanan) uygulamalardan yola çıkarak, değerlerden bağışık hastalıklı uygulamaların meşrulaştırılmasını eleştirir. Doğan Cüceloğlu ise, hasta toplumlarda bireyin tamamen sağlıklı olmasının zorluğunu/hatta imkânsızlığını anlatır. Bu nedenle ahlâkın tanımının değerler bağlamında belirlenmesi önemlidir. Örneğin yağmalama değerler bağlamında çok yanlış ve gayrı ahlaki iken, değer yargıları bağlamında ele alındığında bir toplum yağmalamayı kültürel olarak içselleştirmiş görünebilir. Bu durum yağmalama eylemini ahlâki yapmaz ancak bunu kültür olarak gören toplumu hasta yapar.

         Toplumları uygar yapan, ülkede kullanılan arabaların cins ve modeli değil, değerler sitemi üzerine oturtulmuş toplumsal bir ahlâk bilincinin toplumun bireyleri tarafından büyük oranda içselleştirilmesidir. Bireylerdeki bu ahlâk anlayışı, başta siyaset olmak üzere, bütün kurumları dönüştürür ve geliştirir. Bireyler toplumdaki olumsuzluklar konusunda sorumluluk hisseder. Bunları düzeltmek adına siyaset üzerine baskı yapar ve yönetim bu ahlâki yapıdan bağımsız şekillenemez. Bu sadece devlet yönetimi açısından değil, bütün kurumsal yapılar açısından geçerlidir. Eğer bir toplumda sorgulamayan, olumsuzlukları olduğu gibi kabullenen ve tepki göstermeyen bireyler çoğunluktaysa, bu toplumdaki ahlâk anlayışının değerler üzerine oturmadığını, değer yargılarının değer olarak kabul edildiğini ve hastalıklı bir yapı oluştuğunu söyleyebiliriz. Böyle bir toplumla ilgili olarak şu tespitlerde bulunabiliriz; 1. Yöneticilere karşı biat kültürü yerleşmiş olduğundan eleştiriye tahammül yoktur. 2. Adam kayırma ve liyakatsizlik her yerde hak etmeyenlerin hak sahibi olmasını sağlar. 3. Yönetim anlayışı, devletten sivil toplum örgütlerine kadar her yerde sorunludur çünkü bilgiden ve değerlerden ziyade değer yargılarının görünürlüğü ve kabulü ön plandadır. 4. Sorunları görmezden gelmek ya da sorunların çözümüne katkı sağlamaktan çekinmek bu toplumlardaki bireylerin genel davranış biçimidir. 5. Sanat ve estetik değerler hak ettiği ilgiyi görmez. 6. Felsefe marjinal olarak görülür ve bireyler genel olarak düşünmeyi sevmez. 7. Dinin toplumsal dizgedeki ağırlığı çok fazladır ve bütün kurumları etkiler. 8. Cana ve canlıya verilen değer göstermeliktir, insanlar kendi çıkarları uğruna başka canlıların yaşam hakkını hiçe sayabilir. 9. Hak arayanlara karşı ötekileştirici tepkiler geliştirilir ve hak arama neredeyse suç kapsamında görülür. 10. Eğitim sistemi bütün bu yapıyı destekleyecek bireyler yetiştirmeye odaklıdır, bilimsellikten uzaktır. 11. Siyaset yönetim ilişkisinde popülizm ve nepotizm gibi kavramlar öne çıkar.

         Yukarıda söylediklerimizin bir anlamda özeti şudur. Birey ahlâklı olmadıkça toplumdaki kurumların düzelme ihtimali çok azdır. Bireyin değerlere dayalı bir ahlâk anlayışının gelişmesi ise, ancak eğitimle çözülebilecek bir sorundur ve çözümü çok uzun yıllar alır. Ama buna karşın, eğitim bu tür toplumsal sorunların çözümündeki en kısa yoldur. Dünyada ulusların kalkınma serüvenlerine bakıldığında kalkınmanın en kritik aşamasında; eğitim reformu, ordunun reorganizasyonu, parlamenter sisteme geçiş gibi uygulamalar görülmektedir. Bazı ülkelerde bireyin ahlâk bilincinin gelişmesi için üstyapı kurumlarının devrimsel biçimde dönüştürülmesi gerekmiştir. Bu hem çok zor hem de uzun süre devrimlerden taviz vermeden izlenmesi gereken bir yoldur. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu ve Atatürk devrimleri bu şekilde üst yapının dönüştürülmesi ile alt yapıda değişim ve dönüşümü hedefleyen devrimlerdir. Ne var ki; Atatürk'ten sonraki kadroların devrimlere sadakatinin eksikliği, Türkiye'nin aydınlanma sürecinin tamamlanmasına engel olmuştur.

         Atatürk'ün vefatı sonrası Milli Eğitim Bakanı olan ve 1946 yılına kadar bu görevde kalan Hasan Ali Yücel, Atatürk devrimlerini özümsemiş ve bireyin toplumdaki yerini çok iyi anlamış bir aydındır. Bakanlığı döneminde "Köy Enstitüleri"ni kuran Yücel, "İyi Vatandaş İyi İnsan" kitabıyla da bireyin vatandaşlığa evrimini incelemiştir. Bir Türk aydını açısından mutlaka okunması gereken bu kitabın hak ettiği ilgiyi gördüğünü söylemek zordur. Özetle aydınlanmanın bireyi hedef almadan gerçekleşmesi düşünülemezdi. Ancak toplumun aydınlanma süreci ile kazanacağı özellikler içeride ve dışarıda kimi korkuttuysa karşı tutum ve davranışlar geliştirmekten geri durmadılar. Eğer bugün Türkiye'de toplumsal sorunlardan söz ediyorsak, birçoğunun temelinde bireyin tam olarak vatandaş olamaması yatmaktadır. Bu gibi durumlarda çözüm hemen hemen bellidir. Bireyin iyi insan ve iyi vatandaş olmasını hedef seçen, bilimsel ilkelere uygun bir eğitim sisteminin sorunu çözebileceğini düşünebiliriz. Elbette uzun yıllar alacak bir çözümdür ama daha kısa bir çözüm bulunmamaktadır. Diğer bir ifadeyle bugün farklı tercihlerle eğitimde bilimsel ilkelerden uzak yollar tercih ediliyorsa, aydınlanmadan kimin korktuğuna bakmakta fayda vardır.  

         Sodom ve Gomore M.Ö. 1900'lerde Tanrı tarafından yok edildiğine inanılan günahkâr kentler olarak bilinir. Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun işgal yıllarındaki İstanbul'da yaşanan ahlaki çöküntüyü anlattığı kitabı da buradan esinlenmiştir. Tarih ahlâki çöküntüyü takip eden toplumsal yıkılışların örnekleriyle doludur. Burada nasıl bir ahlâk sorusu gündeme gelmektedir. Değer yargıları üzerine inşa edilen ahlâk felsefesi, değer yargılarının özünde sorunlu olması nedeniyle sorunludur. Mesela siz dinin ahlâkın temeli olduğunu söylediğinizde, değer yargıları üzerine kurulmuş bir ahlâk felsefesinden bahsediyorsunuz. Oysa çeşitli söylemlerle meşrulaştırılan birçok uygulamanın değerler bağlamında ne kadar sorunlu olduğunu görebildiğimiz zaman, ahlâkın bastırılmış cinsellik demek olmadığını anlamamız mümkün olabilecektir. Khalid Huseyni'nin Uçurtma Avcısı kitabında bir baba oğluna hayatta en büyük günahın ne olduğunu sorar. Sonra da cevap verir; "Hayatta en büyük günah çalmaktır. Birini öldürdüğünde onun yaşama hakkını çalarsın, birini kandırdığında onun adalete ve dürüstlüğe olan güvenini çalarsın..." İşte değerlere dayalı ahlâk anlayışı bu nedenle önemlidir. Toplumları yıkıma götüren ahlâksızlıkların önündeki en büyük engel, değerlere dayalı bir ahlâk felsefesidir.

          Buraya kadar yazdıklarımı karışık bulabilirsiniz ancak aslında hepsinin birbirini tamamlayan önermeler olduğunu kolayca göreceğinizi düşünüyorum. Her zalim, zulmünü meşrulaştıracak bir söyleme ihtiyaç duyar. Bu söylem mutlaka değer yargılarıyla biçimlendirilir. Önemli olan değerleri içselleştirmiş bireylerin oluşturduğu bir toplum olmaktır. Böyle bir toplum, örgütlü bir toplumdur. Değerler bağlamında verilecek bir mücadelede örgütlü toplumun gücüne ve örgütlülüğün değerler temelinde gerçekleşmiş olmasına ihtiyaç vardır.      Ahde vefa duygusu olmayan, vicdanı evrensel değerlerle uyuşmayan insanlar, iyi bir vatandaş olamazlar. Aktif vatandaş olabilmek için önce iyi insan, sonra iyi vatandaş olmak gerekmektedir. Vatandaşının aktif olarak denetleyici işlev üstlenmediği yönetimler giderek baskıcı bir tutum sergilerler. Her yaptıklarına hakları olduğunu düşünen bu yöneticiler, sonuçta bir toplumun yıkımına sebep olurlar. Yani aktif vatandaşlık bir tercih değil zorunluluktur.

         Sevgilerimle...

 

Dr. Özkan LEBLEBİCİ

Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder