AKTİF VATANDAŞLIK ÜZERİNE DÜŞÜNCELER - 3
Sevgili
dostlar daha önceki yazılarımda toplum siyaset ilişkileri bağlamında aktif
vatandaşlık tanımı üzerine düşüncelerimi paylaşmıştım. Bugün bireyi de konu
alarak aktif vatandaşlığın önemli bir boyutu hakkında düşüncelerimi sizlere
aktarmaya çalışacağım ve bu konuyu en azından şimdilik kapatacağım. Bundan
sonra yazacağım yazılarımda ağırlıklı olarak güncel kamu politikası sorunlarını
ele almaya çalışacağım ve bu konularda bilinçlenmeye katkı sağlayacağına
inandığım değerlendirmelerde bulunacağım. Elbette bireyden bahsederken onu
toplumdan bağımsız bir varlık olarak tanımlayan her tanım eksik olacaktır. Burada
iki görüş diyalektik bir ilişki içerisindedir. Kolektivist ve bireyci görüşler,
bireyin konumunu topluma ya da bireye göre ele almaktadırlar. Bireye yüklenen
anlam ele alındığı çerçevede değişmektedir.
Bireyin
toplumla ilişkilerinin belirlenmesindeki en önemli etken ahlâktır. Türk Dil
Kurumu sözlüğünde ahlâk, "Bir toplum
içinde kişilerin uymak zorunda oldukları davranış biçimleri ve kuralları,
aktöre, sağtöre" olarak tanımlanmaktadır. Yani ahlâk doğası gereği
toplumsaldır. Ahlâkı oluşturan yapı taşlarının değerler olduğunu söylersek
yanlış olmaz. Ancak burada bir parantez
açarak değerler ile değer yargılarının farklı kavramlar olduğunu vurgulamamız
gerekir. Değer yargılarının değerlerin yerine konması, toplumda hastalıklı bir
duruma işaret eder. Edgerton "Hasta Toplumlar" adlı kitabında bazı toplumlarda
gelenek halini almış (daha çok değer yargılarına dayanan) uygulamalardan yola
çıkarak, değerlerden bağışık hastalıklı uygulamaların meşrulaştırılmasını
eleştirir. Doğan Cüceloğlu ise, hasta toplumlarda bireyin tamamen sağlıklı olmasının
zorluğunu/hatta imkânsızlığını anlatır. Bu nedenle ahlâkın tanımının değerler
bağlamında belirlenmesi önemlidir. Örneğin yağmalama değerler bağlamında çok
yanlış ve gayrı ahlaki iken, değer yargıları bağlamında ele alındığında bir
toplum yağmalamayı kültürel olarak içselleştirmiş görünebilir. Bu durum
yağmalama eylemini ahlâki yapmaz ancak bunu kültür olarak gören toplumu hasta
yapar.
Toplumları
uygar yapan, ülkede kullanılan arabaların cins ve modeli değil, değerler sitemi
üzerine oturtulmuş toplumsal bir ahlâk bilincinin toplumun bireyleri tarafından
büyük oranda içselleştirilmesidir. Bireylerdeki bu ahlâk anlayışı, başta
siyaset olmak üzere, bütün kurumları dönüştürür ve geliştirir. Bireyler
toplumdaki olumsuzluklar konusunda sorumluluk hisseder. Bunları düzeltmek adına
siyaset üzerine baskı yapar ve yönetim bu ahlâki yapıdan bağımsız şekillenemez.
Bu sadece devlet yönetimi açısından değil, bütün kurumsal yapılar açısından
geçerlidir. Eğer bir toplumda sorgulamayan, olumsuzlukları olduğu gibi kabullenen
ve tepki göstermeyen bireyler çoğunluktaysa, bu toplumdaki ahlâk anlayışının
değerler üzerine oturmadığını, değer yargılarının değer olarak kabul edildiğini
ve hastalıklı bir yapı oluştuğunu söyleyebiliriz. Böyle bir toplumla ilgili
olarak şu tespitlerde bulunabiliriz; 1. Yöneticilere karşı biat kültürü
yerleşmiş olduğundan eleştiriye tahammül yoktur. 2. Adam kayırma ve
liyakatsizlik her yerde hak etmeyenlerin hak sahibi olmasını sağlar. 3. Yönetim
anlayışı, devletten sivil toplum örgütlerine kadar her yerde sorunludur çünkü
bilgiden ve değerlerden ziyade değer yargılarının görünürlüğü ve kabulü ön
plandadır. 4. Sorunları görmezden gelmek ya da sorunların çözümüne katkı sağlamaktan
çekinmek bu toplumlardaki bireylerin genel davranış biçimidir. 5. Sanat ve
estetik değerler hak ettiği ilgiyi görmez. 6. Felsefe marjinal olarak görülür
ve bireyler genel olarak düşünmeyi sevmez. 7. Dinin toplumsal dizgedeki
ağırlığı çok fazladır ve bütün kurumları etkiler. 8. Cana ve canlıya verilen
değer göstermeliktir, insanlar kendi çıkarları uğruna başka canlıların yaşam
hakkını hiçe sayabilir. 9. Hak arayanlara karşı ötekileştirici tepkiler
geliştirilir ve hak arama neredeyse suç kapsamında görülür. 10. Eğitim sistemi
bütün bu yapıyı destekleyecek bireyler yetiştirmeye odaklıdır, bilimsellikten
uzaktır. 11. Siyaset yönetim ilişkisinde popülizm ve nepotizm gibi kavramlar
öne çıkar.
Yukarıda
söylediklerimizin bir anlamda özeti şudur. Birey ahlâklı olmadıkça toplumdaki
kurumların düzelme ihtimali çok azdır. Bireyin değerlere dayalı bir ahlâk
anlayışının gelişmesi ise, ancak eğitimle çözülebilecek bir sorundur ve çözümü
çok uzun yıllar alır. Ama buna karşın, eğitim bu tür toplumsal sorunların
çözümündeki en kısa yoldur. Dünyada ulusların kalkınma serüvenlerine bakıldığında
kalkınmanın en kritik aşamasında; eğitim reformu, ordunun reorganizasyonu,
parlamenter sisteme geçiş gibi uygulamalar görülmektedir. Bazı ülkelerde
bireyin ahlâk bilincinin gelişmesi için üstyapı kurumlarının devrimsel biçimde
dönüştürülmesi gerekmiştir. Bu hem çok zor hem de uzun süre devrimlerden taviz
vermeden izlenmesi gereken bir yoldur. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu ve
Atatürk devrimleri bu şekilde üst yapının dönüştürülmesi ile alt yapıda değişim
ve dönüşümü hedefleyen devrimlerdir. Ne var ki; Atatürk'ten sonraki kadroların
devrimlere sadakatinin eksikliği, Türkiye'nin
aydınlanma sürecinin tamamlanmasına engel olmuştur.
Atatürk'ün
vefatı sonrası Milli Eğitim Bakanı olan ve 1946 yılına kadar bu görevde kalan
Hasan Ali Yücel, Atatürk devrimlerini özümsemiş ve bireyin toplumdaki yerini
çok iyi anlamış bir aydındır. Bakanlığı döneminde "Köy Enstitüleri"ni
kuran Yücel, "İyi Vatandaş İyi İnsan" kitabıyla da bireyin
vatandaşlığa evrimini incelemiştir. Bir Türk aydını açısından mutlaka okunması
gereken bu kitabın hak ettiği ilgiyi gördüğünü söylemek zordur. Özetle
aydınlanmanın bireyi hedef almadan gerçekleşmesi düşünülemezdi. Ancak toplumun
aydınlanma süreci ile kazanacağı özellikler içeride ve dışarıda kimi korkuttuysa
karşı tutum ve davranışlar geliştirmekten geri durmadılar. Eğer bugün
Türkiye'de toplumsal sorunlardan söz ediyorsak, birçoğunun temelinde bireyin
tam olarak vatandaş olamaması yatmaktadır. Bu gibi durumlarda çözüm hemen hemen
bellidir. Bireyin iyi insan ve iyi vatandaş olmasını hedef seçen, bilimsel ilkelere
uygun bir eğitim sisteminin sorunu çözebileceğini düşünebiliriz. Elbette uzun
yıllar alacak bir çözümdür ama daha kısa bir çözüm bulunmamaktadır. Diğer bir
ifadeyle bugün farklı tercihlerle eğitimde bilimsel ilkelerden uzak yollar
tercih ediliyorsa, aydınlanmadan kimin korktuğuna bakmakta fayda vardır.
Sodom
ve Gomore M.Ö. 1900'lerde Tanrı tarafından yok edildiğine inanılan günahkâr
kentler olarak bilinir. Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun işgal yıllarındaki
İstanbul'da yaşanan ahlaki çöküntüyü anlattığı kitabı da buradan esinlenmiştir.
Tarih ahlâki çöküntüyü takip eden toplumsal yıkılışların örnekleriyle doludur. Burada
nasıl bir ahlâk sorusu gündeme gelmektedir. Değer yargıları üzerine inşa edilen
ahlâk felsefesi, değer yargılarının özünde sorunlu olması nedeniyle sorunludur.
Mesela siz dinin ahlâkın temeli olduğunu söylediğinizde, değer yargıları
üzerine kurulmuş bir ahlâk felsefesinden bahsediyorsunuz. Oysa çeşitli
söylemlerle meşrulaştırılan birçok uygulamanın değerler bağlamında ne kadar
sorunlu olduğunu görebildiğimiz zaman, ahlâkın bastırılmış cinsellik demek
olmadığını anlamamız mümkün olabilecektir. Khalid Huseyni'nin Uçurtma Avcısı
kitabında bir baba oğluna hayatta en büyük günahın ne olduğunu sorar. Sonra da
cevap verir; "Hayatta en büyük günah çalmaktır. Birini öldürdüğünde onun
yaşama hakkını çalarsın, birini kandırdığında onun adalete ve dürüstlüğe olan
güvenini çalarsın..." İşte değerlere dayalı ahlâk anlayışı bu nedenle
önemlidir. Toplumları yıkıma götüren ahlâksızlıkların önündeki en büyük engel,
değerlere dayalı bir ahlâk felsefesidir.
Buraya kadar yazdıklarımı karışık
bulabilirsiniz ancak aslında hepsinin birbirini tamamlayan önermeler olduğunu
kolayca göreceğinizi düşünüyorum. Her zalim, zulmünü meşrulaştıracak bir
söyleme ihtiyaç duyar. Bu söylem mutlaka değer yargılarıyla biçimlendirilir. Önemli
olan değerleri içselleştirmiş bireylerin oluşturduğu bir toplum olmaktır. Böyle
bir toplum, örgütlü bir toplumdur. Değerler bağlamında verilecek bir mücadelede
örgütlü toplumun gücüne ve örgütlülüğün değerler temelinde gerçekleşmiş
olmasına ihtiyaç vardır. Ahde vefa
duygusu olmayan, vicdanı evrensel değerlerle uyuşmayan insanlar, iyi bir
vatandaş olamazlar. Aktif vatandaş olabilmek için önce iyi insan, sonra iyi
vatandaş olmak gerekmektedir. Vatandaşının aktif olarak denetleyici işlev
üstlenmediği yönetimler giderek baskıcı bir tutum sergilerler. Her yaptıklarına
hakları olduğunu düşünen bu yöneticiler, sonuçta bir toplumun yıkımına sebep
olurlar. Yani aktif vatandaşlık bir tercih değil zorunluluktur.
Sevgilerimle...
Dr. Özkan LEBLEBİCİ
Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder