HUKUK DEVLETİNE YOLCULUK
Sevgili
dostlar yazabilmenin sonuçları göze almayı gerektirdiği günlerden geçiyoruz. Uganda
Diktatörü İdi Amin'in "İfade özgürlüğü var ama ifade ettikten sonra
olacakları garanti edemem" sözü, özgürlüğün var demekle var olmadığını
anlatan güzel bir örnektir. Bu durum birçok kavram için de geçerlidir. Kavramları
geçerli kılan nedir? Diyelim ki bir ülkede insanların yüzde 51 kadarının,
seçtikleri yönetici "Bu ülke hukuk devletidir" dediği için ülkenin
hukuk devleti olduğuna inanması ülkeyi hukuk devleti yapar mı? Yöneticiye olan
inanç O'nun her söylediğini gerçek kılar mı? Bilimsel açıdan bu soruya
verilecek yanıt net bir "Hayır"dır. Bilimsel olmayan yanıtların ise
toplumda etkisinin olması onları değerli hale getirmez. Çöp her zaman çöptür. İnsan
genellikle bir şeyin değerini kaybettiği zaman anlar. Bir ülkede de hukukun,
bireysel özgürlüklerin gerçek değeri, bu kavramların eksikliğinde anlaşılır.
Amacımız mevcut durumun bilimsel bir tanımını yapabilmektir. Öyleyse hep
birlikte kavramları geçerli kılan ilkeler üzerinden bir yolculuğa çıkabiliriz.
Varsayalım,
küfür etmeyi sevmeyen bir insansınız, şiddetten nefret ediyorsunuz. Bir gün
arkadaşlarınız hafta sonu takımınızın maçına fazla biletleri olduğunu ve sizi
de yanlarında görmek istediklerini söylüyorlar. Heyecanla kabul ediyorsunuz.
Maçın birkaç saat öncesinden başlayan etkinlikler sizi maç atmosferine sokuyor.
Artık yavaş yavaş kendinizi tribünleri dolduran ve hiç tanımadığınız
kalabalığın bir parçası olarak hissetmeye başlıyorsunuz. Derken maç başlıyor ve
seyirciler yerlerinde duramadan tezahürat yapıyor. Ancak iyi gitmeyen bir
şeyler var. Hakem verdiği kararlarla seyircileri çıldırtıyor, deyim yerindeyse
takımınızı ince ince doğruyor (!). Başlangıçtaki homurdanmalar bir müddet sonra
yerini seyircilerin toplu tepkisine bırakıyor. Önce hakemin cinsel tercihleri
sorgulanıyor, daha sonra aile efradının hatırı soruluyor (!). Bir anda fark
ediyorsunuz ki, siz de o küfürlere katılıyorsunuz. Maç puan kaybıyla bitiyor ve
dışarıda grup olarak yürürken birden karşıdan rakip takımın formasını giymiş
bir gencin geldiğini görüyorsunuz. Grup önce size karşı hiç bir olumsuz tavrı
olmayan gence sözlü tacizde bulunuyor. Karşıdan bir cevap gelince kovalamaca
başlıyor. Siz doğrudan şiddet uygulamasanız bile, bir anda o suçsuz gence
yönelen şiddeti haklı gördüğünüzü hissediyorsunuz.
İnsanları
gerçekte olmadıkları bir davranış haline büründüren etken, kitle
psikolojisidir. Aynı durum, akıl yoluyla değerlendirmeden bir siyasi partinin
taraftarı gibi hareket eden kitle açısından da geçerlidir. Ancak buradaki
problem takım taraftarlığından daha vahimdir. Takım taraftarlarının kitleyle
birlikte hareketi çoğunlukla düşünmeden anlık gerçekleşen tepkiler şeklinde
olurken, bir siyasi parti taraftarlarının tepkileri bireysel olarak yanlış
davranışın doğruluğuna olan yanlış inançtan kaynaklanır. Yanlış inancı doğuran
etken ise bilgi eksikliğidir. Durumu ağırlaştıran etken de, bilgi eksikliği
olan kişinin bundan haberdar olmaması hatta bilmek istememesidir. Siyasi
partilerin potansiyel iktidar adayı olduğu düşünüldüğünde, partilere karşı
inanca dayanan bir bağlılık geliştirmek, bir ülke için çok ağır sonuçlar
doğurabilecek bir tehlikeyi içinde barındırır. Elbette toplumsal yaşamı düzenleyen
yasal metinler ortaya çıkabilecek sorunları ortadan kaldırabilecek etkiye
sahiptir. Ancak yasalar konusunda şu soruların cevapları olumlu olmalıdır; 1.
Yasa kamu yararını gözetiyor mu? 2. Yasa ortak iyiye hizmet ediyor mu? 3. Yasa
belirlenmiş süreçlere uygun olarak çıkarılmış mı? 4. Yasa hukukun temel
ilkeleri ile uyum içerisinde mi?
Bu
soruların ardından gelen en önemli soru ise, "devlet adını verdiğimiz
siyasal örgütlenme içerisinde etkin hale gelen yasaların uygulanması yönünde etkili
bir irade var mıdır?" sorusudur. Devlet, sınırları içinde güç kullanma
tekeline sahip tek örgütlenme biçimidir. Tarihsel olarak değerlendirildiğinde,
devletin bu gücü kullanması bazı sınırlamalara tabi tutulmuş ve daima çizilen
sınırlar daha da keskinleşmiştir. Keskinleşen sınırlar siyasal iktidarın gücünü
sınırlandırırken yasama, yürütme ve yargı olarak tanımladığımız üç erkin
birbirleri üzerindeki denetimini de kurumsallaştırmıştır. Bu kurumsallaşma
egemenliği gerçek sahibine, halka vermiştir. Yani bir yasanın yürürlüğe girmesi
ve uygulanması, halk egemenliğinin zorunlu bir sonucudur. Uygulanmadığı
durumlarda ise, kuvvetler arasında uyumsuzluk ve yürütmeyi temsil eden siyasi
iktidarın görevini iyi yapmaması söz konusu olabilir. Yukarıda sorduğum sorular
çerçevesinde hukuk devleti kavramına bir bakalım.
Hukuk
Devleti, faaliyetlerinde hukuk kurallarına bağlı olan, vatandaşlarına hukuki
güvenlik sağlayan devlet demektir. Bunun olabilmesi için yasama, yürütme ve
yargının ayrı ayrı hukuka uygun hareket etmesi, hukuk devletinin genel ve temel
gerekleridir. Ama bu hukuk devleti yeterli değildir. Hukuk devletinin özel
gerekleri olan şu ilkelerin de bulunması gerekir; 1. İdarenin bütün eylem ve
işlemleri yargı denetime tabi olmalıdır, 2. Hakimler bağımsız ve teminatlı
olmalıdır, 3. İdari faaliyetler önceden bilinebilir olmalıdır, 4. Hukuki
güvenlik olmalıdır, 5. İdarenin mali sorumluluğu mevcut olmalıdır. Bütün bu ilkelerden
birinin bile bulunmaması hukuk devleti kavramını zedelerken, her biri için
sayısız örneğin bulunduğu bir devlete hukuk devleti denmesi mümkün değildir.
Hukuk devleti olmayan bir devletin Anayasasında demokrasinin devletin
nitelikleri arasında sayılması da devleti demokratik yapmaya yetmez.
Hukuk
devletinde yaşayan bir vatandaş, sadece devletin siyasal sisteminin görevini
yapmasını bekleyerek demokratik hukuk devletinde yaşamanın keyfini süremez.
Kişisel olarak hukuk devleti ilkesinin sorumluluğunu taşımak zorundadır. Burada
iki unsur önemlidir. Birinci olarak daha önceki yazılarımda belirttiğim aktif
vatandaşlık kavramına uygun davranmak gerekir. İkinci olarak bireyin hukuk
devletine olan güvene uygun davranışlar içerisinde olması gerekir. Bu ikinci
konuyu açmak gerekebilir. Yazının başında belirttiğim taraftarlık kavramına
dönmek istiyorum. Demokratik hukuk devletinde yaşamanın vatandaşa yüklediği ahlaki
ve insani sorumluluğun önündeki en büyük engel, taraftarlık kavramıdır. Akıl ve
ahlak ile düşünemeyen insan, kendisini bir dine, bir topluluğa, bir ideolojiye,
bir siyasi partiye felsefeden yoksun bir şekilde "taraftar" olarak
bağlı hissedebilir. Bu bağlılık; farklı dini, farklı topluluğu, farklı
ideolojiyi, farklı siyasi partiyi düşmanlaştırır. Akıl tamamen devre dışı
kalır. Kendinden olmayan herkese karşı nefret ve şiddet hisleri gelişir. Uygun
ortam bulunursa şiddet kendini ortaya çıkarır. Bu şiddet, bir kadına, bir
sağlık çalışanına ya da farklı olarak gördüğü herhangi bir canlıya yönelebilir.
Burada
felsefe ve insani ilkeler önemli olmalıdır ancak hangi siyasi partiyi
destekliyorsa desteklesin bir canlının sadece kendi düşüncesine uymuyor diye
zarar görmesine duyulan istek, felsefe ve insani ilkelerle açıklanamaz. Dünya görüşünü,
etnik kimliğini, yaşam tarzını beğenmediğiniz bir insanın ölmesini, hukukun o
kişiye karşı size uygulanandan farklı uygulanmasını istemek, savunmak insanlık
tarihinin en ahlaksız, en aşağılık tutumudur. Hukuk devleti kavramının olmadığı
bir devlet, sivrisinek üreten bir bataklık gibidir. Hukuka karşı güvenin
azalması, insanları düşmanlaştırırken, aklı ve ilkelerle hareket edenlerin
oranı gittikçe azalır. Kendine medeni diyen insanlar, bir anda farklı kimlikleri
düşman olarak görmeye başlayabilir. Bu sorunun çözümü ise, çok uzun zaman
gerektiren bir aydınlanma devriminin gerçekleştirilmesine bağlıdır. Aksi halde
sivrisinekler yaşadıkları bataklık ortamından rahatsız olmadan mutlu ve mesut
yaşamaya devam ederler.
Sevgilerimle...
Dr. Özkan LEBLEBİCİ
Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder